Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) İzmir 1 ve 2 Nolu Şubeleri:Bayraklı Şehir Hastanesindeki yaşanan sorunlarla ilgili taleplerini açıkladı.

 

Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) İzmir 1 ve 2 Nolu şubeleri,  Bayraklı Şehir Hastanesi’nde yaşanan sorunlara ilişkin sendikanın 1 Nolu Şubesinde basın toplantısı gerçekleştirdi. SES İzmir 2 No’lu Şube Eşbaşkanı Başak Edge Gürkan basın metnini okudu.

 

“BASINA VE KAMUOYUNA

Bilindiği gibi Bayraklı Şehir Hastanesi de diğer şehir hastaneleri gibi Sağlıkta Dönüşüm Programının bir parçası olan Kamu Özel Ortaklığı Kanununa dayanan Yap-İşlet-Devret modeliyle açıldı.

Şehir Hastanesinin açılmasının ardından başlayan “Sağlık sistemi çöktü” isyanları hem sağlık emekçileri hem de sağlık hizmetine ulaşmaya çalışan vatandaşlar için her geçen gün büyümektedir.

Bilindiği gibi kamu kaynaklarının özel şirketlere aktarılması amacıyla hazine arazilerinin yapımcı şirkete bedelsiz devri, yurt içi ve yurt dışı finans kuruluşlarından hazine garantili kredi imkanları da sağlanarak, yapımı tamamlandıktan sonra Sağlık Bakanlığı tarafından %70 doluluk kapasitesi garanti edilerek, 25-49 yıllığına kiralanmakta; hastaneyi yapan şirket inşaattan kar ederken, yıllardır sağlıkta reform söylemleriyle kamudan koparılmaya çalışılan sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi toplum sağlığında ciddi yaralar açmaktadır. Giderek zorlaşan çalışma koşulları altında ezilen sağlık emekçileri hizmet üretemez hale gelmekte, hastalar randevu alamamakta, ameliyatlar yapılamazken yoğun bakımlarda yer bulunamamaktadır.

Yurtdışına gidenler, istifa edenler, intihar edenler, hasta veya yakını tarafından şiddete uğrayanlar, geçinemediği için ek iş yapanlar, kötü çalışma koşullarına bağlı artan akut ya da kronik fiziksel ve psikolojik rahatsızlıklar, evde bakımlarından sorumlu oldukları çocukları ya da yaşlılarıyla ilgilenemeyen sağlık emekçileri olarak bozulan halk sağlığının merkezinde yer almaktayız.

Yeni varyantlarıyla devam eden pandeminin süren kalıcı etkileri ise tartışılamaz.

İzmir öznelinde baktığımızda Bayraklı Şehir Hastanesinin açılması ile beraber Şehir Hastanesine taşınan hastanelerde ameliyathane, poliklinik ve bazı kliniklerin kapanması, personel, malzeme ve yatak yetersizliği vb sorunlar kriz haline gelirken, diğer hastanelerde de hasta başvurularının ve yatışların artması nedeniyle artan iş yükü kaosa dönüşmüştür.

Şehir Hastanesi açılması sürecinde Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası 1 ve 2 Nolu Şubeler olarak İzmir İl Sağlık Müdürlüğü ile görüşmelerimizde “kapanacak hastane var mı? Personel istihdamı çözüldü mü?” gibi sorularımız hep “sorun yok” şeklinde yanıtlanmıştı. Oysa Ocak dönemi il dışı tayin münhal kadrolarında şehir hastanesine 500 hemşire kadrosu açılmıştır. Soruyoruz, bir hastane bu kadar yüksek hemşire ihtiyacı varken nasıl açılmıştır?

Ne yazık ki hiç kimsenin hiçbir şey bilmediğini, liyakatsizliğin diz boyu olduğunu, Şehir Hastanesinin inşaatını yapan şirkete acilen para aktarmak için açıldığını, diğer hastaneleri kapatmasalar da işlevsizleştirdiklerini, vatandaşın sağlık hizmetine ulaşamamasının umurlarında olmadığını yaşayarak görmekteyiz.

Şehir hastanesinin açılabilmesi için il genelinde tüm hastanelerden idarelere dahi sormadan görevlendirmeler yapılmış, şehir hastanesinin açılması uğruna diğer hastaneler işlemez hale getirilmiştir. Görevlendirmeler sebebiyle tüm hastanelerde personel yetersizliği artmış, nöbet listeleri dönmeyince de ya aylık nöbet sayıları bir insanın çalışabileceğinden çok sayılara çekilmiş (bazı hastanelerde ayda 10-11 nöbet) ya da nöbetçi ekipteki kişi sayıları düşürülmüştür ve aynı hizmetin devam etmesi istenmiştir. Buna bağlı olarak sağlık emekçilerine daha fazla angarya çalışma yüklendiği gibi aynı zaman da diğer hastanelere başvuran hastalar için sağlık hizmeti de aksamaktadır.

Geçici görevlendirmelerin neye göre ve nasıl yapıldığı bilinmemektedir. Bir gece sosyal medya üzerinden personel görevlendirildiğini öğrenmiş ve yazılı bir tebligat yapılmadan şehir hastanesinde başlaması istenmiştir. 2 aylık sürenin sonunda rotasyon şeklinde geçici görevlendirilenin değişmesi gerekirken görevlendirmeler keyfi şekilde uzatılmıştır. Bazı görevlendirmelerin iptal edildiği, bazı görevlendirmelerin kişinin rızası olmadan uzatıldığı bilgisi tarafımıza gelmiş olup geçici görevlendirmeler yapılırken hangi kurala göre yapıldığını da İl Sağlık Müdürlüğüne soruyoruz.

Yandaş sendika görevlendirmeleri kendine üye yapmak için kullanmaktadır ve İl Sağlık Müdürlüğünün buna göz yumduğu bilinen bir gerçektir. Özel olarak Sağlık-Sen yöneticisinin tayinini şehir hastanesine çıkarttırdığı ve orda şube kurma çalışmalarında görevlendirdiği veya görevlendirmesinin iptal edilmesi için Sağlık Sen e üye olmasının istendiği duyumlar arasındadır.

Son duruma bakarsak; İl Sağlık Müdürlüğü şehir hastanelerine geçici görevlendirme yaparken hastanelere danışmadan yapmış, normalde rotasyon ile geçici göreve gidilmesi gerekirken bölümlerden daha önce görevlendirme yapılmış olanların görevlendirmeleri uzatılmıştır. Aynı zamanda şehir hastanesi idarecileri iş bilmezlikleri yüzünden hekime muayeneye çıkan çalışanlardan doğrudan istirahat raporu istemektedir.

Çok sayıda asistan hekimin Şehir Hastanesine görevlendirilmesi hekim eksikliği yarattığı gibi uzmanlık eğitimi almalarına engel olunmaktadır. Mevcut hastanesinde devam eden asistan hekimler açısından da pek çok öğretim üyesinin hastanelerden ayrılmış olması sebebiyle yine eğitim alacakları hoca kalmamıştır.

Tüm bu değerlendirmelerle beraber en öne çıkan sorunlardan biri acil servislerde yaşanan sorunlardır. Poliklinik randevusu alamayan hastalar acillerde yığılmaktadır. Ayrıca acilde yetkili hekim sayısı ve sağlık emekçileri sayısı son derece yetersizdir.

Sonuç olarak, gerek Şehir Hastanesinde gerekse de görevlendirme yapılan diğer hastanelerdeki sağlık emekçileri huzursuz, klinikler tam olarak açılmadığı için mesaiye hangi klinikte başlayacaklarını bilmeden çalışmaktalar.

Bütün bu olumsuz koşulların sağlık emekçilerine yönelik şiddeti artıran etkenlerden olduğu da unutulmamalıdır.

Ek olarak, hemşire sayısındaki eksikliklerle artan hemşire sorunları 24 saatlik nöbetleri dayatmaktadır. Bu koşullarda 24 saatlik nöbet tutturulması baskı, mobing ve şiddetin bir örneğidir. Yoğun bakımlarda yer olmaması nedeniyle kliniklerde yoğun bakım izlenmesi, kemoterapi ve benzeri özellikli ve riskli tedavilerin klinik ortamlarında yapılması ne hemşireler ne de hastalar için uygun değildir.

Uzun yemek kuyrukları, yemeklerin niteliksizliği, menülerin besleyici ve doyurucu olmaması ve de yemeklerden sık sık metal ya da böcek vs gibi yabancı maddelerin çıkması sorunları da her hastanede yaşanan ortak sorunlardandır. Mutfak, yemekhane hizmetlerinin taşeronlara devredilmesi ve çalışanların sağlığının önemsenmemesinin yol açtığı bu sorunlar sağlık emekçilerinin ve hastaların  sadece sağlığını bozmakla kalmamakta değersiz ve tükenmiş hissetmesine neden olmakta, ayrıca ya evden yemek getirmek ya da sürekli dışarıdan yemek sipariş etmek zorunda kalınması ekonomik yük getirmektedir.

Hastaneler borçları nedeniyle ihalelere girememekte cihaz bakımları yapılamamakta, bozulan cihazların tamiri ya da değişimi sağlanmamaktadır. Bu durumlar hem çalışanların iş yükünü artırmakta hem de hastaların teşhis ve tedavisi gecikmekte ya da özel merkezlere yönelmektedirler.

Sağlık emekçilerinin ekonomik, sosyal ve özlük haklarının korunabilmesi ve geliştirilmesi ile birlikte  çalışma koşullarının düzeltilmesi ve de vatandaşın nitelikli ulaşılabilir sağlık hizmeti alabilmesi için  taleplerimizi bir kere daha yinelerken tüm sağlık ve meslek örgütlerini ortak mücadeleyi birlikte örgütlemeye çağırıyoruz

TALEPLERİMİZ

  • TÜM HASTANELER İÇİN PERONEL SAYISININ ARTIRILMASI, ATAMA BEKLEYEN SAĞLIK EMEKÇİLERİNİN ATAMASININ BİR AN ÖNCE YAPILMASI
  • 24 SAATLİK NÖBETLERİN VE 5 GECE NÖBETİNDEN FAZLA ÇALIŞMANIN YASAKLANMASI
  • SAĞLIK EMEKÇİLERİNİN ÇALIŞMA ALANLARININ DÜZENLENMESİ, NÖBET SÜRELERİNİN, NÖBETÇİ EKİPTEKİ KİŞİ SAYILARININ VE NÖBET SAYILARININ ÇALIŞILAN BİRİMİN İHTİYAÇLARINA UYGUN BİÇİMDE, SAĞLIK ÇALIŞANLARININ SAĞLIĞINI GÖZETEREK PLANLANMASI
  • İL GENELİNDE HİÇBİR HASTANENİN KAPATILMAMASI, KAPATILAN BÖLÜMLERİN YENİDEN AÇILMASI
  • GÖNÜLLÜ PERSONEL HARİCİ ZORUNLU GÖREVLENDİRMELERİN DERHAL DURDURULMASI, GÖREVLENDİRMELERİN MUTKLAKA YAZILI OLARAK YAPILMASI
  • VAROLAN HASTANELERDE Kİ GİRİŞİMSEL İŞLEMLERİN YAPILDIĞI BİRİM VE AMELİYAT MASALARININ AZALTILMAMASI, YETERLİ SAYIDA OLMASININ SAĞLANMASI
  • BAŞTA ŞEHİR HASTANESİNE OLMAK ÜZERE ÇALIŞAN PERSONELİN ULAŞIM SORUNUN ÇÖZÜLMESİ, ÜCRETSİZ SERVİSLER KONULMASI
  • HASTALARIN SAĞLIK HİZMETİNE ULAŞMADA YAŞADIĞI MAĞDURİYETLERİN GİDERİLMESİ
  • 7/24 HİZMET VERECEK ÜCRETSİZ KREŞ SAĞLANMASI
  • NİTELİKLİ SAĞLIK HİZMETİ VERİLEBİLMESİ İÇİN MALZEME VB. EKSİKLİKLERİN GİDERİLMESİ
  • TÜM MESAİ SAATLERİ İÇİN GÜVENLİK SAĞLANMASI, ŞİDDETE YÖNELİK ÖNLEMLERİN ALINMASI”

Anayasa Mahkemesi Kararına uyulsun Can Atalay Serbest Bırakılsın

Anayasa Mahkemesi’nin Can Atalay Kararı  uygulanmalıdır.

Anayasa Mahkemesi, Hatay milletvekili Can Atalay’ın, “seçme, seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkı” ve “kişi hürriyeti ve güvenliği hakkı” ile “Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru hakkının” ikinci kez ihlal edildiğine ve tahliyesine hükmetmişti.

Anayasa Türkiye Cumhuriyetinin temel yasasıdır. Anayasanın 153. maddesi uyarınca Anayasa Mahkemesi kararları yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar. Ama hayır, Anayasa Mahkemesi Kararları, Ceza mahkemesini ve Yargıtay 3. Ceza Dairesi’ni bağlamıyormuş. “AYM’nin kararının hukuki değeri yok” muş.

Hukuk ayaklar altında çiğnenmektedir. Burjuva hukukunun kurallarını burjuvazi sınıf olarak kendisi koymuştur. Burjuva kapitalist düzen meşruiyetini ve hukuksallığını  yasal düzenlemelerden alır.  Her üretim biçiminde olduğu gibi kapitalist üretim biçimi de  kendine özgü hukuku ve  kurumlarını oluşturmuştur. Hukuk, burjuvazinin yani güçlü sınıfın hukudur, onu güvenceye alır.

Burjuva hukukun temel kaidesi, yargı ve yargıç bağımsızlığıdır. Yargıçların bağımsızlığı, yargıçların  yürütme ve yasama organlarına bağlı olmamasını , yasama, yürütmenin ve  idarenin yargıçlara emir ve talimat vermemeleri ya da tavsiyede bulunmamaları; yargıç bağımsızlığı, yargıcın karar verirken hukuka ve yasalara bağlı olarak  hiçbir dış baskı ve tesir altında bırakılmaması anlamına gelmektedir.  Yargıca baskı yapılması olasılığının bulunması dahi yargıcın bağımsızlığını zedeler, kararların objektif ve tarafsız olmasına gölge düşürür.

AYM’nin kararı ile ilgili olarak AKP-MHP iktidarı temsilcilerinin açıklamaları ise şöyledir:

 Anayasa Mahkemesi bu noktada maalesef birçok yanlışları da arka arkaya yapar hale geldi.”…,“Anayasa Mahkemesi adalet ve hukuk düzenin safrası ve sancısıdır.”… “Kafası zehirlenmiş Anayasa Mahkemesi Başkanı’na hatırlatırım ki  Türkiye’de kuvvetler ayrımı netleşmiş, aralarındaki sınır çizgileri kalınlaştırılmıştır. Dahası yargı bağımsızlığının yanı sıra tarafsızlığı da anayasal hüviyet kazanmıştır. Anayasa Mahkemesi Başkanı zillet ittifakının yüksek yargıya yuvalanmış hastalıklı koludur.” ..” Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Arslan  objektifliğini ve tarafsızlığını kaybetmiştir”…. ..”Türk devleti ile uğraşma, cesaretin varsa Kandile git.”  

Siyasi iktidar böylelikle Yargıtayı siyasal niteliği ve çıkarları doğrultusunda  yönlendirmiş, yargı bağımsızlığını ve yargıç güvenliğini ortadan kaldırmıştır.

Siyasi demokrasi ve özgürlüklerin güvence altında olmadığı koşullarda siyasi iktidarlar burjuva kapitalist düzende yürürlükteki hukuki kurallara ve yasalara uymayı  tercih etmemekte ve kendi sınıf ve iktidar çıkarlarına uygun olarak hukuk kurumlarına ayar verebilmektedir. Kendi karakterine  uygun “siyasal hukuku”nu  yargıda etkin duruma getirerek fiili olarak  faşist-gerici politik  uygulamalarını yaşama geçirmeye çalışmaktadır.

 Ülkemizde de siyasi iktidar ve ilgili bakanlık yetkilileri hukuk ve adaletin mevcut normlarına göre uygulanmasını değil,  fiilin hukuk dışı da olsa uygulanmasını,  ilgili mevzuatın yasal değişiklik ve kararnamelerle sonradan oluşturulabileceğini defalarca ifade etmiştir. Ne yazık ki adli ve idari merciler de konumları, makamlarını koruma uğruna hukuk ve normlarını uygulamaktan imtina etmişlerdir.

 Siyasi iktidar “Başkanlık” sisteminde edindiği yetkileri mevcut anayasa hükümlerine, hukuk normlarına aykırı olarak ya da yeni yasaları “torba yasa” kapsamına alarak kullanmakta, fiili olarak yeni bir yasa devleti dizaynetme adımlarını atmaktadır. Anayasa Mahkemesi’nin, çevre konusunda idare mahkemelerinin kararlarını uygulamayarak yurttaşların yaşam alanlarını ortadan kaldırmakta;  KHK ile görevden alınan kişilerin iade kararlarına karşın göreve dönmelerini engelleyerek ya da geciktirerek ilgili mahkemelerin aldığı kararları tanımama yoluna gitmektedirler.  Yerel yönetimlerde siyasal muhaliflerini halkın iradesiyle seçilmiş olmalarına karşın görevden alarak yerlerine kayyımlar atayarak bunu gerçekleştirdiklerine yıllardır tanık olmuştuk.  Böylelikle seçme ve seçilme hukuku normlarına aykırı olarak idari pratik mevcut hukuksal burjuva normları da tanımamış, tasfiye etmiştir.

Bu hukuksuzluk adaletsizlik yolu terk edilmelidir.  Yargı üzerindeki baskı ve politik müdahalelerden vaz geçilmelidir.  Yargı, anayasa hükümlerine, uluslararası hukuk ilkelerine ve normlarına uyulmalı ve uygulanmalıdır. Anayasa Yüksek Mahkemesi’nin kararlarına zaman geçirmeksizin uyulmalı; Hatay halkının seçme iradesi olan Milletvekili Can Atalay derhal serbest bırakılmalıdır.

İmece Dostluk

 

Yaşasın 1 Mayıs-Bıji 1 Gulan

 İşçiler, emekçiler, gençler, kadınlar,

1 Mayıs işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günüdür.

1 Mayıs, bütün dünyada işçilerin, emekçilerin, tüm ezilenlerin fabrikada, işletmede, tarlada, yaşamın her alanında, meydanları mücadele isteği, coşkuyla ile doldurduğu gündür.

1 Mayıs işçi sınıfının “Yepyeni bir güneş doğar dağların doruklarından, Mutlu bir hayat filizlenir kavganın ufuklarından, Yurdumun mutlu günleri mutlak gelen gündedir” marşıyla alanlara yürüdüğü   “ Devrimin şanlı yolunda ilerleyen halkların bayramı”  olsun diye ileri atıldığı bir gündür..

1 Mayıs,  dünya proleteryasının “Proletaryanın zincirlerinden başka kaybedecekleri şeyleri yok, kazanacakları bir dünya var. Bütün ülkelerin işçileri birleşiniz”  şiarını yükselttikleri, bir gündür.

1 Mayıs faşist diktatörlüğün zorbalığına, sermayenin amansız sömürüsüne, işsizliğe, yoksulluğa, pahalılığa, güvencesizliğe karşı mücadele günüdür.

1 Mayıs, bütün ülkelerin işçilerinin, sermayeye, faşizme, ırkçılığa, ulusal baskı ve zorbalığa, doğanın talan edilmesine ve çevre katliamına karşı birlik, mücadele, dayanışma günüdür.

1 Mayıs dünya proleteryasının  tekelci kapitalistlerin emperyalist paylaşım savaşlarına, savaş kışkırtıcılığına, siyasal- ekonomik yayılma ve güç tesis etmek üzere  ülkelerin işgaline karşı ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadelesinin  bayrağını yükselttiği gündür.

Günümüzde Emperyalist büyük güçler dünyanın çeşitli bölgelerinde paylaşım savaşlarını sürdürüyor. Ukrayna’daki savaş, egemenlik ve paylaşım savaşıdır. Ukrayna savaşı emperyalist, gerici haksız bir savaştır. Ukrayna’da Rusya işgaline karşı çıktığımız kadar, devletin  sınır ötesi harekatlarına da  NATO’nun Rusya- Ukrayna savaşı bahanesiyle olası müdahalesine de savaş taktiklerine de karşıyız.

Emperyalizmin dönem dönem ağırlaşan krizine,  krizden çıkmak için saldırganlığına, halklar arasındaki farklılıkları kışkırtarak yaratmak istediği  düşmanlıklara karşı çıkıyoruz. Kapitalizmin insanı değil kârı esas alan barbarlığına, azgın sömürüsüne, çürümüşlüğüne ve kokuşmuşluğuna karşı, başka bir dünyanın mümkün olduğunu biliyoruz. Bu durumda İşçi sınıfı ve emekçiler kendileri için cehennem olan bu sistem karşısında yeni bir dünya özlemini daha çok hissediyor, istiyor ve düşlüyor.

Kapitalizm yerine, baskının, zulmün, sömürünün olmadığı yeni bir dünya rüya değildir. Bilime inanmayan ve onun aydınlatıcı yolundan yürümeyenlerin ömrü sonsuz olamaz.. Yalnız sınıf bilinçli ve örgütlü işçiler ve emekçiler çürümüş kapitalizme darbeyi indirebilir. Yalnızca sınıf bilinçli ve örgütlü işçi sınıfı, emekçiler sahte değil, gerçek özgürlüğü kazanabilir. Yalnızca sınıf bilinçli ve örgütlü işçiler, emekçiler sermayenin ve faşizmin düzeni yerine işçi sınıfı ve emekçilerin iktidarında eşit, özgür bir Türkiye’yi kurabilir ve bu, bizler istersek mümkündür.

1 Mayısa doğru, büyük insanlığın kurtuluşu için, sermayenin boyunduruğu altında çalışan bütün halkların geleceği için, daha insanca çalışma ve yaşam koşullarını elde etmek için örgütlenme ve mücadele etme hakkı için yürütülen büyük mücadele ve dayanışma mutlaka kazanacak!

İşçi sınıfı ve emekçiler zorunlu olarak çalıştıkları fabrikalar ve işyerleri başta olmak üzere bu 1 Mayıs’ ta haklı taleplerini haykıracaklar!  Talepleri hepimizin talepleridir; bizler de bulunduğumuz yer ve koşullara uygun olarak bu taleplere sahip çıkıyoruz, çıkacağız.

Her yer,  her alan 1 Mayıs!

Kapitalizme ve Faşizme Hayır!

Yaşasın İşçi sınıfı ve Emekçilerin Birliği, Mücadelesi, Dayanışması!

Yaşasın İşçilerin Birliği, Halkların Eşitliği- Kardeşliği!

Bıji 1 Gulan

Yaşasın 1 Mayıs

 

Öğrenime Katkı Burs Duyurusu

2021-2022 Öğrenim Yılı “Öğrenci Katkı Bursu” için başvuru 02-24 Eylül tarihleri arasında internet üzerinden imecedostluk@gmail.com e-posta adresine yapılacaktır.

İMECE-DER Yönetim Kurulu

Vatan İşhanı No:602 Kat:6 Konak/İZMİR
Telefon: 0 232 854 02 94 – 0 536 402 06 28
E-Posta: imecedostluk@gmail.com

İMECE-DER ÖĞRENCİ BİLGİ FORMU

Kimlik Fotokopisi-Kimlik Bilgileri

Okul Bilgileri
Devam ettiğiniz Lisenin
Adı:
İlçesi:
Bitirdiğiniz Lisenin Adı:
Bitirme yılı:
Bitirme Dereceniz:
Üniversiteye hazırlıkta dersaneye devam ettiniz mi?
Dersanenin Adı:

Devam Edeceğiniz Okulun Adı:
Bölümünüz:
Kaçıncı sınıf:
Okulunuz kaç yıllık öğrenim veriyor?
Gündüzlü mü?
2. Öğrenim mi?
Okulunuzun Bulunduğu İl :
llçe:

Öğrenim sırasında kalacağınız yer:
Aile   Yurt    Akraba    Arkadaş    Diğer:
Öğrenim Sırasında kalacağınız adres:
Kaldığınız yer için ödeme yapıyorsanız aylık toplam tutarı:

Aile Bilgileri
Anne-baba durumu
Beraberler    Boşanmış    Baba vefat    Anne Vefat
Ayrı iseler kiminle yaşıyorsunuz?
Adı:
Mesleği
Sosyal Güvenlik kurumu SSK   ES   Bağ-Kur
Birlikte yaşadığınız ebeveynin adı-telefon numarası:
Kardeş Sayısı (siz dahil):
Okumakta olan kardeş sayısı (siz dahil):
Devam ettikleri okullar ve sınıfları:

Evin geçimini kim sağlıyor? Baba   Anne   Diğer
Bakmakla yükümlü olduğu kişi sayısı:
Ailenin oturduğu ev kira mı?
Kira ise tutarı:
Eve giren gelir toplamı:
Ailenin başka geliri var mı?
Aile akraba ya da başka bir yerden maddi katkı alıyor mu?
Alıyorsa nereden ve tutarı:
Anne ya da babanızın vefatıyla size bağlanan bir maaş varsa tutarı:
Burs aldığınız kurumlar varsa isim ve burs tutarları:

Sağlık sorunuz var mı(kronik hastalık) ?
Kan grubunuz:
Aileniz ve sizin üyesi olduğunuz dernek, sendika..vb.

Sizinle ilgili ulaşabileceğimiz yakınınızın adı-soyadı, iletişim bilgileri

En son okuduğunuz kitaplar:
Hobileriniz; ilgi ve çalışmayı dilediğiniz alanlar:

Cep tlf,  watsapp kullanıp kullanmadığınız;
Belirtmek istediğiniz özel durumlar-notlar:

E-posta Adresiniz:
Cep Tlf No:
Size ulaşamadığımızda ulaşabileceğimiz kişilerin isim ve tlf numaraları:
İmece çevresinden size referans olabilecek kişi(ler)nin adı soyadı (doldurulması zorunludur):
Verdiğim bilgilerin doğruluğunu; durum değişikliği olursa anında bilgi vereceğimi kabul ediyorum.
Saygılarımla..

İsim Soy isim
İmza Tarih

Saygılarımla..

 

*Bursa hak kazanan öğrenciler 8 Ekimde belirlenmiş olacak ve cep msj yoluyla öğrenciye iletilecektir.

Burs alan her öğrencinin her dönem sonu transkripini Kurumumuza iletmesi; formdaki bilgilerde değişiklik olması durumunda bir hafta içerisinde Kurumumuzu bilgilendirmesi gerekmektedir.

İlk ödeme Ekim 2021 üçüncü hafta sonunda olup, haziran dahil her ayın üçüncü haftası yapılacaktır.

 

 

1 Mayısa Doğru

Covid-19 Virüsünün dünyadaki tüm insanları etkilediği ve yeni yaşam biçimleri ürettiği koşularda, 1 Mayıs yaklaşıyor. Ülkemizde işçi sınıfı ve tüm emekçiler fabrikalarda, işyerlerinde, tarlalarda üretmeye devam ediyorlar. Tekeci burjuvazinin temsilcisi, egemen sınıflar 65 yaş üstü ve 20 yaşa kadar olan insanlara sokağa çıkma yasağı koydu. Ancak bu yasaklama 20 yaş grubundaki işçiler, emekçiler ve tarım işçisi gençler için geçerli değil..Onlar çalışmaya ve üretmeye devam edecek. Yaş skalası açısından, üreten işçiler emekçiler fabrikalarda, atölyelerde, tarlalarda yaşamın her alanında, her gün yeniden üretmeye devam edecekler.

Kapitalizm ve devlet, Covid-19 virüsün yayılmasını önleyecek en önemli tedbirlerin başında gelen “Kişiler arasında fiziki teması kesme” kuralını fabrikalar, işletmeler ve tarlalarda uygulamamaktadır; İşçi sınıfının, emekçilerin ve onların ailelerinin sağlığı değil kapitalistlerin karı ve sermayelerini koruyup büyütmeleri önemlidir. İtalya, İspanya, Fransa, ABD, İngiltere’de de üretim durdurulmadığı için virüs çok yayılmıştır ve bugün on binlerce insanın yaşamını yitireceği beklenmektedir. 1 Mayısa doğru İşçi sınıfı ve tüm emekçilerin talebi, çalışması zorunlu olan işletmeler dışındaki tüm fabrika işletme ve işyerlerinde çalışmanın durdurulmasıdır.

Ülkemizde 11 Marttan bu yana görülen Covid-19 virüs salgını koşullarında kapitalizm ve devlet, işçilere ve emekçilere çalışmayı-üretmeyi dayatmıştır. Alınan önlemler yetersizdir, üretim ve çalışma yaşamı sürmektedir; bu nedenle salgının ivmesi artmıştır. Bilim çevreleri önümüzdeki iki aylık süreçte yeterli önlemlerin uygulanmasını zorunlu görmektedir. İktidar geç kalmıştır, önlemleri yetersizdir ve salgının gerisinden gelmektedir.

1 Mayısa doğru kapitalizmin ve devletin milyonlarca emekçi üzerindeki her türlü sömürüsüne, baskısına karşı mücadele ve dayanışma; düşük ücretlere, sendikalaşma ve sendika seçme hakkına dönük işten çıkarmalara, baskı, moobinge karşı güçlerini birleştirme çabasıyla bütünleşmiştir. Bu mücadele aynı zamanda, işçi sağlığı için güncel olarak Covid-19 a karşı gerekli önlemlerin alınmasıdır. Fabrikalarda, işletmelerde, işyerlerinde üretimin durdurulması istenmektedir. İşçilerin, emekçilerin ve ailelerinin sağlıklı kalmaları için üretimin durdurulması şiarı bir çok fabrikada, işletmede, işçiler, emekçiler sendikalar, meslek örgütleri, tıp ve bilim çevrelerince zorunlu görülmektedir. Siyasi iktidar ise işçilerin, emekçilerin ve sendikaların meslek örgütlerinin ve bilim insanlarının sesine kulaklarını tıkamıştır.

Covid-19 salgını koşullarında da sermaye fabrikalarda, tarlalarda işçileri örgütsüz, sendikasız olarak düşük ücretle çalıştırıyor. İşçi, emekçi havzaları işçi cehennemine dönüşmüş; sigortasız, sendikasız, uzun çalışma saatleri içerisinde milyonlarca işçi neredeyse köleleştirilmiş durumdadır. Covid-19 salgınını engellemenin ve milyonlarca işçi ve emekçinin yaşamını kurtarmanın yolu, işçi sınıfı ve emekçilerin güçlerini birleştirmesi ve mücadelesiyle mümkündür. Siyasi iktidar ve sermaye grupları, işçi sınıfının, emekçilerin ve bilim çevrelerinin haklı ve yaşamsal taleplerine kulak vermeli ve gerekli önlemleri almalıdır.

1-Sokağa çıkma yasağı ilan edilmeli, COVID-19’a karşı mücadele kapsamında, güncel ihtiyaçlara cevap veren, zorunlu ve acil mal ve hizmet üretimi hariç olmak üzere, bütün fabrika ve işletmeler kapatılmalı; en az 15 gün süreyle, iş yerleri tatil edilmelidir. İşçilerin, emekçilerin dolayısıyla ailelerinin sağlığı korunmalı ve salgının yayılma hızı önlenmeli; bu süre içinde işçilere ücretli izin verilmelidir.
2-Ülkemizde işçilerin ücretinden yapılan kesintilerle oluşturulan işsizlik fonunda biriken 130 milyar TL aşan parayı, hükümet, ücretli izne çıkarılan işçilerin ücretlerinin bir bölümünü ödemek için kullanmalıdır. Küçük ve orta düzeyde işletmelerin işçilik payını önemli oranda devlet ödemelidir.
3-İşten çıkarmalar, ücretsiz izin uygulaması yasaklanmalıdır. COVID-19 salgınının yeni bir işsizlik dalgasına yol açmaması, işin ve işçinin gelir sürekliğinin sağlanması için, COVID-19 ile mücadele döneminde, işverenin iş sözleşmesini fesih imkânı askıya alınmalıdır. İşten çıkarılmaların ve işlerin durdurulmasının yol açacağı gelir kaybına karşı, İşsizlik Sigortası Fonu kaynakları hızla devreye sokulmalı, işsizlik ödeneği ve kısa çalışma ödeneğinden yararlanmak için, işçi açısından gerekli olan koşullar kaldırılmalıdır.
İşten çıkarılmaların izlenmesi ve yasaklanması için Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı nezdinde Üçlü Danışma Kurulu bileşimine uygun bir izleme ve denetim mekanizması kurulmalıdır. İşsizlik maaşının süresi uzatılmalı, salgın süresince işsiz yurttaşlara yaşayabilir bir ücret yardımı yapılmalıdır.
4-Yoksul yurttaşların temel ihtiyaçları devlet tarafından karşılanmalıdır. Sağlık yardımı almakta olan 10 milyon dolayındaki “kayıtlı yoksullara” asgari geçim endeksine uygun bir maaş ödenmelidir.
5-En düşük emekli aylığı asgari ücret düzeyine çıkarılmalıdır. Korona virüsle mücadele döneminde, risk grubundaki kesimlerin ücretlerine 1000 TL ek destek yapılmalıdır.
6- Elektrik, su, doğalgaz, iletişim faturaları ve konut, taşıt kredileri ile kredi kartı borçları, salgın riski boyunca faizsiz olarak ertelenmelidir.
7-Öğrenci yurtları ücretsiz olmalı, öğrencilerin yurt borçları silinmelidir.
8-Çiftçi borçları ve ihtiyaç kredileri, faizleri silinerek taksitlendirilmelidir.
9-Büyükşehirlerde ve illerde Covid-19 hastaneleri ve yurttaşların diğer sağlık sorunları için gidecekleri hastaneler de belirlenmeli ve açıklanmalıdır.
10-Devlet hastaneleri ve özel hastaneler Covid-19 hastalarına ücretsiz sağlık hizmeti vermelidir. Buna uymayan özel hastaneler kamulaştırılmalı. Sağlık alanı ticari kar alanı olmaktan çıkarılmalı, sağlığa eşit erişim ücretsiz olarak sağlanmalıdır.
11-Salgın sürecinde, özel sağlık kuruluşları kamu kontrolüne geçirilmelidir.. Halka yaygın bir şekilde test yapılmalı, hasta olanlar saptanarak tedavi edilmelidir. Test sonuçlarının açıklanmasında ve salgınla ilgili siyasi iktidar şeffaf olmalı ve halktan hiçbir şey gizlenmemelidir.
12-Salgında hastalanma ve yaşamlarını kaybetme riski olan hekimler ve diğer sağlık çalışanlarının ekipman eksiklikleri hızla ve ivedilikle giderilmeli ve Covid-19 testi öncelikle sağlık emekçilerine yapılmalıdır. Kamu-özel bütün sağlık kurumlarında Covid-19 hastalarıyla temas ya da temas şüphesi olan hekim ve sağlık çalışanlarından başlanarak bütün sağlık çalışanlarının testlerinin hızla tamamlanmalıdır.
13-Covid-19 hastahanelerindeki sağlık çalışanlarının sosyal çevrelerini de hastalığa bulaştırmalarını engellemek için mesai sonrası kalacakları mekanlar belirlenmelidir. Ölümlerin artması ile hekimlere ve sağlık çalışanlarına yönelik şiddetin artacağını öngörerek, gerekli tedbirler alınmalıdır. Yargı süreci işletilmeden ‘Kanun Hükmünde Kararnamelerle’ işlerinden atılan tüm sağlık çalışanları, akademisyenler ve diğer KHK’li kamu emekçileri işlerine dönmeli;
14-Fahiş fiyatlarla stok, ortalama kar marjının üzerinde zam yapanlara göz yumulmamalı, denetimler artırılmalı, fırsatçılık yapanlara yaptırımlar uygulanmalı;
15-İşçilerin ve emekçilerin temel gıda ve hijyen maddelerine erişimi için kamu kaynaklarına başvurulmalıdır. Virüsten koruyucu ürün ve malzemeler (maske, kolonya,klorak, sabun vb.) başta dar gelirliler olmak üzere halka ücretsiz dağıtılmalıdır.
16-“Evde kalma” nedeniyle kadına ve çocuklara yönelik ev içi şiddetin görünmez kılındığı koşullar yaşanmakta, kadınlar umarsız bırakılmaktadır. Şiddet çağrısı alındığında şiddet uygulayan erkekler öğrenci yurtlarında ayrı bir bölüme yerleştirilmeli, evden uzaklaştırma uygulanmalıdır. İstanbul Sözleşmesi,6284 Sayılı Yasa ve kadınların nafaka hakkı titizlikle uygulanmalıdır..
17- Mülteci geri gönderme merkezlerinde gerekli tedbirler maksimum düzeyde alınmalı, bu merkezlerde olmayan mültecilerin konut, hijyen ve temel gıda malzemesi temini kamu kaynaklarıyla sağlanmalıdır.
18- Devlet salgını bahane ederek yurttaşlar üzerindeki gözetim ve denetim ağlarını baskıya dönüştürülmemelidir. Virüs tehlikesinin getirdiği günlük yaşamdaki bazı kısıtlamalar, güdük temel hak ve özgürlüklerin ortadan kaldırılması, baskı ve bireysel özgürlüklerin, kişilik haklarının ihlaline yol açmamalıdır. Yurttaşların temel hak ve özgürlüklerini kısıtlayan tüm uygulamalara son verilmeli, internet ortamındaki ifade ve düşünce özgürlüğü ve haber alma haklarına yönelik tüm yasaklamalar, cezalandırılmalar kaldırılmalı.
19- Savaş koşullarında Covid-19’un artacağı düşünülerek, siyasi iktidar emperyal isteklerini bir yana bırakarak, Suriye’deki ve Libyada’daki askeri birlikleri geri çekmeli ve komşu ülkelerle; karşılıklı saygı, içişlerine karışmama ve barış politikası izlemelidir.
20-Öncelikle cezaevlerinde tutukluların hızla tahliyesi sağlanmalı; yaşam hakkı ve ifade özgürlüğü esas alınarak siyasi tutuklular, gazeteciler, hasta mahkûmlar, yaşlılar ve çocuklar tahliye edilmeli, infazlar ertelenmelidir.
21- Çoğu yabancı sermayeyle ortak olan petrol ve maden şirketleri, elektrik santralleri, kar hırsıyla dağları, ormanları, akarsuları, börtü böceği doğal ve kültürel değerlerimizi tahrip etmiş, etmeye de devam etmektedir. Kapitalizm yaşam alanlarımızı, havamızı, suyumuzu, havamızı zehirlemekte, yok etmektedir. Salgın koşulları fırsata çevrilerek doğanın tahribatı devam etmektedir. Tüm canlıların ve çocuklarımızın geleceğini karartanlar, doğa ve çevre savunucularının yolunu kesmekte, bu alanlara girmelerini, halkla bütünleşerek sorunların saptanmasını, çözüm yollarının birlikte üretilmesini engellemektedirler. İşçilerin emekçilerin, halkımızın ve çocuklarının sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı, doğal ve kültürel değerlerimizi korumaya yönelik mücadelesi her alanda sürecektir. Bu salgın ekolojik dengenin, tüm çeşitliliği, canlılarıyla sürdürülebilir ve geleceğe devredilebilir doğanın önemini bir daha göstermektedir. Bu ders herkes tarafından iyi anlaşılmalıdır.
22- İllerde bilim kurulları oluşturulmalı, ilçe bazında belediyelerin ve muhtarlıkların da içinde yer aldığı, demokratik kitle örgütü, meslek odaları ve sendika temsilcilerinin ve muhalif siyası partilerin de katıldıkları kriz masaları kurulmalı, bilgilendirme, değerlendirmeler ve çözüm mekanizmaları birlikte oluşturulmalıdır.

Kapitalizm doğası gereği krizde, salgın koşullarında bu kriz daha da ağırlaştı, ağırlaşıyor, kendi kendinini tüketiyor; kendisine bu krizden çıkış yolu bulmaya çalışıyor. Bütün ülkelerdeki kapitalist devlet yöneticileri panik halindeler. Sermayelerini büyütme, karlarını arttırmanın, üretim maliyetlerini düşürmenin yeni yollarını arıyorlar. İnsan olmadan üretim, üretim fazlası olmadan kar olamaz. Kapitalistler ve devlet ‘üretim sürmelidir, salgın olsa da üretim durmamalıdır’ diyor. İşsizlikte işçi bulmak kolay, işçiler ücretli köle! Yani sermayedarlar sömürü ve kar hırslarından vazgeçmiyorlar.

Bu durumda İşçi sınıfı ve emekçiler kendileri için cehennem olan bu sistem karşısında yeni bir dünya özlemini daha çok hissedecek, isteyecek ve düşleyecekler. Kapitalizmin yerine, baskının, zulmün, sömürünün olmadığı yeni bir dünya gelecek. Bilime inanmayan ve onun aydınlatıcı yolundan yürümeyenlerin sonu gelecek.. Ancak yalnızca sınıf bilinçli ve örgütlü işçiler ve emekçiler çürümüş kapitalizme darbeyi indirebilecek. Yalnızca sınıf bilinçli ve örgütlü işçi sınıfı, emekçiler sahte değil, gerçek özgürlüğü kazanacak. Yalnızca sınıf bilinçli ve örgütlü işçiler, emekçiler sermayenin ve faşizmin düzeni yerine işçi sınıfı ve emekçilerin iktidarında aydınlık bir Türkiye’yi kuracaklar.

1 Mayısa doğru, büyük insanlığın kurtuluşu için, sermayenin boyunduruğu altında çalışan bütün halkların sağlığı, geleceği için, daha insanca çalışma ve yaşam koşullarını elde etmek için örgütlenme ve mücadele etme hakkı için yürütülen büyük mücadele ve dayanışma kazanacak!

Yaşasın İşçi sınıfı ve Emekçilerin Dayanışması!
Yaşasın İşçilerin Birliği Halkların Eşit Kardeşliği!
Barış İçin Savaşa, Kapitalizme ve Faşizme Hayır!
Yaşasın Birlik Mücadele ve Dayanışma
Yaşasın 1 Mayıs

Yaşamın kaynağı toplum sağlığıdır,halkın talepleri yaşamsaldır. Halkın talepleri gerçekleştirilmelidir.

Tüm dünyada küresel salgın halini alan ve ülkemizde varlığı 11 Marttan bu yana görülmeye başlanan Koronavirüs (Covid-19) salgını karşısında siyasi iktidar yetersiz kalmış, salgına karşı acil önlemler alınmamıştır. Siyasi iktidarın açıklamalarında çalışanların hakları, kadınlar ve yoksullarla ile ilgili bir önlem bulunmuyor.

Fabrikalarda, işletmelerde ve işyerlerinde işçiler, emekçiler toplu olarak çalışmaya devam etmektedir. Fabrika ve işletmeler bazındaki önlemlerin en olumlusu hijyen kurallarına uymakla sınırlıdır. Virüsünün yayılma ivmesi yüksektir. Alınan önlemlerle sorunun aşılması olanaklı değildir.

Bütün fabrikalarda, işletmelerde, organize sanayi sitelerinde, şantiyelerde, üretimin ve işin durdurulması önem taşımaktadır. Bugün salgının durdurulması sadece 65 yaş üstünün sokağa çıkmamasını istemekle engellenemeyeceği İtalya ve İspanya örneklerinden görülmektedir. Ve bu yaşanmışlıklardan gerekli dersler çıkarılarak derhal sokağa çıkma yasağı ilan edilmelidir.

Bunun için siyasi iktidar, Covid-19 salgınını önlemek için fabrikalar, işyerleri, şantiyelerdeki faaliyeti durdurmalıdır. İşçiler ücretli izne çıkarılmalıdır. Acil ve zorunlu işlerin yapıldığı işyerleri dışında diğer tüm işyerlerinin faaliyetlerini durdurarak çalışanlarını ücretli izne çıkarmalıdır.

Ülkemizde işçinin ücretinden kesilen paralarla oluşturulan işsizlik fonunda birikmiş 130 milyar lira bulunmaktadır. Hükümet, işçilerin maaşında kesilen primlerle oluşan işsizlik
fonunda biriken bu parayı, ücretli izne çıkarılan işçilerin ücretlerinin bir bölümünü ödemek için kullanmalıdır. Küçük ve orta düzeyde işletmelerin işçilik payını önemli oranda devlet ödemelidir.

İşten çıkarma, ücretsiz izin uygulaması yasaklanmalıdır.

Sokağa çıkma yasağı ilan edildiğinde yurttaşların temel ihtiyaçları devlet tarafından karşılanmalıdır.

Sağlık yardımı almakta olan 10 milyon dolayındaki “kayıtlı yoksullara” asgari geçim endeksine uygun bir maaş ödenmelidir.

En düşük emekli aylığı asgari ücret düzeyine çıkarılmalıdır. Korona virüsle mücadele döneminde 1000 TL destek eklenerek risk grubundaki bu kesimler korunmalıdır.

Konut ve taşıt kredileri ile kredi kartı borçları ve elektrik, su, doğalgaz ve iletişim faturaları salgın riski boyunca faizsiz olarak ertelenmelidir.

Öğrenci yurtları ücretsiz olmalı, öğrencilerin yurt borçları silinmelidir.

Çiftçi borçları ve ihtiyaç kredileri, faizleri silinerek taksitlendirilmelidir.

Büyükşehirlerde ve illerde Covid-19 hastaneleri ve yurttaşların diğer sağlık sorunları için gidecekleri hastaneler de belirlenmeli ve açıklanmalıdır. Devlet hastaneleri ve özel hastaneler Covid-19 hastalarına ücretsiz sağlık hizmeti vermelidir. Buna uymayan özel hastaneler kamulaştırılmalıdır. Salgın sürecinde, özel sağlık kuruluşları kamu kontrolüne geçirilmelidir.. Halka yaygın bir şekilde test yapılmalı hastalar tesbit edilmelidir. Test sonuçlarının açıklanmasında ve salgınla ilgili siyasi iktidar şeffaf olmalı ve halktan hiçbir şey gizlenmemelidir.

Salgında hastalanma ve yaşamlarını kaybetme riski olan hekimler ve diğer sağlık çalışanlarının ekipman eksiklikleri giderilmeli ve Covid-19 testi öncelikle sağlık emekçilerine yapılmalı ve kamu-özel bütün sağlık kurumlarında Covid-19 hastalarıyla temas ya da temas şüphesi olan hekim ve sağlık çalışanlarından başlanarak bütün sağlık çalışanlarının testlerinin hızla tamamlanması, yurttaşların sağlıkları açısından da önem kazanmıştır. Covid-19 hastahanelerindeki sağlık çalışanlarının sosyal çevrelerini de hastalığa bulaştırmalarını engellemek için mesai sonrası kalacakları mekanlar tesbit edilmelidir. Ölümlerin artması ile hekimlere ve sağlık çalışanlarına yönelik şiddetin artacağını öngörerek gerekli tedbirler alınmalıdır. Yargı kararı olmadan ‘Kanun Hükmünde Kararnamelerle’ işlerinden atılan tüm sağlık çalışanları ve akademisyenler işlerine dönmelidir.

Fahiş fiyatlarla stok, ortalama kar marjının üzerinde zam yapanlara göz yumulmamalı, denetimler artırılmalı, fırsatçılık yapanlara yaptırımlar uygulanmalıdır.
İşçilerin ve emekçilerin temel gıda ve hijyen maddelerine erişimi için kamu kaynaklarına başvurulmalıdır. Virüsten koruyucu ürün ve malzemeler (maske, kolonya,klorak, sabun vb.) başta dar gelirliler olmak üzere halka ücretsiz dağıtılmalıdır.

“Evde kalma” nedeniyle kadına ve çocuklara yönelik ev içi şiddetin görünmez kılındığı koşullar yaşanmakta, kadınlar umarsız bırakılmaktadır. Şiddet çağrısı alındığında şiddet uygulayan erkekler öğrenci yurtlarında ayrı bir bölüme yerleştirilmeli, evden uzaklaştırma uygulanmalıdır.

Salgın süresinde doğalgaz, elektrik, su ve internet ücretsiz sağlanmalıdır.

Mülteci geri gönderme merkezlerinde gerekli tedbirler maksimum düzeyde alınmalı, bu merkezlerde olmayan mültecilerin konut, hijyen ve temel gıda malzemesi temini kamu kaynaklarıyla sağlanmalıdır.

Devlet salgını bahane ederek yurttaşlar üzerindeki baskı, gözetim ve denetim ağlarını yaygınlaştırmamalıdır. Virüs tehlikesinin getirdiği günlük yaşamdaki bazı kısıtlamalar, güdük temel hak ve özgürlüklerin ortadan kaldırılması ve açık bir faşizme geçilmesine yol açmamalıdır. Yurttaşlar temel hak ve özgürlüklerini kısıtlayan tüm uygulamalara son verilmeli, internet ortamındaki ifade ve düşünce özgürlüğü ve haber alma haklarına yönelik tüm yasaklamalar kaldırılmalıdır.

Tüketici, konut ve taşıt kredileri ile kredi kartı borçları ve elektrik, su, doğalgaz ve iletişim faturaları günlük olağan yaşama geçinceye dek ertelenmelidir.

Savaş koşullarında Covid-19’un artacağı düşünülerek, siyasi iktidar emperyal isteklerini biryana bırakarak, Suriye’deki ve Libyada’daki askeri birlikler geri çekmeli ve komşu ülkelerle; karşılıklı saygı, içişlerine karışmama ve barış politikası izlemelidir.

Öncelikle cezaevlerinde tutukluların hızla tahliyesi sağlanmalı; yaşam hakkı ve ifade özgürlüğü esas alınarak siyasi tutuklular, gazeteciler, yaşlılar, hasta mahkûmlar ve çocuklar tahliye edilmeli, infazlar ertelenmelidir.

Yerellerde, il/ilçe bazında belediyelerin ve muhtarlıkların da içinde yer aldığı demokratik kitle örgütü, meslek odaları ve sendika temsilcilerinin ve muhalif siyası partilerinde içinde yer aldığı kriz masaları kurulmalıdır.

Bu zor süreçte inisiyatif sadece siyasi iktidarda olmamalı, muhalefet partilerinin ve demokratik kitle ve meslek örgütlerinin toplumsal rol ve sorumluluğu artırılmalı, salgınla ilgili önlemlerin alındığı il ve ilçelerde bilim kurulları oluşturulmalı, başta tabip odaları olmak üzere meslek örgütleri, sendikaların ve siyasi partilerin bu kurullarda temsili sağlanmalıdır.

WORKERS OF SF TRADE AND KALE PRATT&WHITNEY ARE NOT ALONE!


WORKERS OF SF TRADE AND KALE PRATT&WHITNEY ARE NOT ALONE!

Four woman workers of the SF Trade Textile Plant have been picketing at the entrance of the Gaziemir Free Zone for 143 days for being involved in union activities.

The unionization of workers in the Kale Pratt&Whitney Aero Engine Industries, a joint venture between the Turkish Kale Group and the American Pratt&Whitney primarily for making engine parts for the F-35 fighter, spurred the capitalist bosses to action.

When workers in the Kale Pratt&Whitney Aero Engine Plant joined the All Metal Workers Union, the employer terminated 94 workers.

The plant management had effectively reduced wages to minimum wage with low raises, and had started to engage in mobbing against workers after the S-400 crisis with the US. As a result, the workers began to organize under the All Metal Workers Union, a member of DİSK. When the workers exercised their constitutional right and joined the union, the first move was to terminate 7 workers one night, for no reason. The terminated workers staged a demonstration in front of the plant. The workers who expressed support for their fired colleagues were terminated themselves within a few days. Soon, 94 workers had been fired. Then, the plant manager called the workers to a meeting and offered to re-hire them on the condition that they resign from the union. When the workers refused, they responded with threats and insults. The workers started a sit-in on February 29 at the entrance of the Aegean Free Zone to fight for their right to unionize.

The workers fight against the usurping of their legal and legitimate right to unionize, while the employer terminates workers for various reasons. It all boils down to a smear campaign using cherry-picked articles of the labor law, designed to make the employer look righteous on a legal basis. This is not new to the capital: it is a tested method used to break unionization. To prevent unionization among workers, they will identify union members and fire them using various excuses. This plays out once again in the SF Trade and Kale Pratt&Whitney Aero Engine plants.

The bosses of Kale Pratt&Whitney Aero Engine plant fire unionized workers on the one hand, while hiring new and non-union workers on the other to prevent the union from gaining majority. The forces of labor and democracy are obligated to defend the acquired rights of the working class against unlawfulness and injustice, and to rise in solidarity with the working class.

The workers and laborers will expose capitalist bosses for the frauds they are. Today, SF Trade Textile workers are at resistance at the entrance of the Gaziemir Free Zone, and Aero Engine workers are at resistance at the Izmir Fair Gate of the Free Zone. The working class and all people in support of labor stand with the textile and aero engine workers; they support them in solidarity, helping them feel that they are not alone. The justice of time will favor the workers. Workers who resist will finally and rightfully prevail. We stand with workers who recognize the power of organized struggle, who defy the capital and take a step for unionization.

Workers who resist and fight are not alone. The workers, laborers, friends of labor, and the makers of all value stand with them. 11.03.2020

Glory to the working class!
Glory to the workers’ resistance!

İmece Friendship Solidarity Association

YEREL YÖNETİM ANLAYIŞIMIZ VE TALEPLERİMİZ

YEREL YÖNETİM ANLAYIŞIMIZ ve TALEPLERİMİZ

Kente yönelik politika ve uygulamalarda, insan hakları, kentli hakları, kent insanları arasında kardeşlik-barış iklimi, birlikte yaşama, engelli, hasta, çocuk ve kadına duyarlı planlama, yerellerde hizmetlere eşit erişim, insan ve çevre sağlığı gibi kriterler temel referanslar olmalıdır.

Kentlerin sahibi o kentte yaşayan halktır ve yerel yöneticilerin demokratik biçimde seçilmesi ve başarısızlıkları durumunda geri alınması esas olmalıdır. Seçimler gibi, kente dair kararlar da kentlilerin katılımcısı olduğu demokratik süreçler, mekanizmalar  işletilerek alınmalıdır.

Fiziksel, doğal, tarihi ve kültürel değerleri korumak ve geliştirmek, koruma ve kullanma dengesini sağlamak, ülke, bölge ve şehir düzeyinde sürdürülebilir kalkınmayı desteklemek, yaşam kalitesi yüksek, sağlıklı ve güvenli çevreler oluşturmak  merkezi yönetimin olduğu kadar yerel yönetimlerin de görevidir.

Kentimiz İzmir’in yapılan araştırmalarda beş bin yıl öncesine kadar uzanan bir tarihi vardır. Yıllarca süren çalışmalarla ortaya çıkan tarihi mirasına sahip çıkan, bu mirası bilimsel temelde ciddi araştırmalarla zenginleştirici projeler üreten bir yerel yönetim anlayışı,  kentin tüm kültür ve doğal varlıklarını geleceğe taşıyabilir.

Kent yönetimine talip olan başkan adayları ve meclis üyelerinin kentin sorunlarının çözümü konusunda önerilerde bulunması bir program ortaya koyması kuşkusuz önemli, ancak yeterli değildir. Sermayeye karşı emekçi halkın çıkarlarını savunan  yerel yönetim adayları, tekellerin, uluslar arası ya da yerli sermaye gruplarının değil halkın taleplerini, çıkarlarını savundukları ölçüde halkın desteğini ve sevgisini kazanabilirler. Sermaye partilerinin adaylarından ayıran başlıca farklılık da ekonomik, sosyal ve siyasi demokrasi taleplerini savunması, buna uygun politikaları geliştirerek uygulamasıdır.

Kentimiz özellikle son yıllarda yoğun göç almış; hızla nüfusu artmıştır. Kentin  kamu yararından uzak sermaye odaklı planlanması gelecekte, hava kalitesi daha da kötü, yaşam standartları düşük, yeşil alanları  olmayan, ranta odaklı yapılaşma  ve ulaşım sorunları yaratmıştır.

‘‘ Körfez Tüp Geçiş Projesi, henüz yapım aşamasında olan İstanbul Otoyolu ile Çiğli’de sulak alanların ve Kuş Cennetinin olduğu bölgeden güneyde doğal sit statüsü değiştirilen İnciraltı ve Çeşme yarımadasını birbirine bağlayacaktır.” Bu proje Gediz deltasındaki kuş türlerinin yoğun bulunduğu bölgede sulak alanların tasfiyesi ile kuş, bitki, memeli hayvan, çeşitli kelebek türleri yok edilerek, ekolojik dengeleri tahrip edecek, betonlaşmaya yol açacak ve plan değişiklikleri ile yüksek rant artışlarının önünü açarak kıyıları betona teslim eden bir kentin yolunu açacaktır.’’(1) İzmir’in tarihi, kültürel ve doğal değerleri-zenginlikleri rant için tasfiye edilmiş olacaktır. İzmir’in İstanbul olmasını istemiyorsak bu ‘‘ihanet’’ projelerine karşı durmak İzmir’i yönetecek başkanların öncelikli görevidir.

Doğa Derneği’nin de içinde yer aldığı “İzmir’e Sahip Çık” platformu’nun da önerdiği, desteklediği 15 Şubat 2019 günü yeryüzünün en zengin ve benzersiz doğal alanlarından biri olan İzmir’in Gediz Deltası’nın UNESCO Dünya Doğa Mirası ilan edilmesi için çalışmalar hızla başlatılmalı; bu konuda yapılmakta olan çalışmalar desteklenmelidir.

Alsancak’taki tarihi Elektrik Fabrikası’nın arazisiyle birlikte,  Özelleştirme İdaresi Başkanlığı tarafından Devlet İhale Kanunu’nun kısıtlamalarına tabi olmadan satışa çıkarılması engellenmelidir. İzmir 1 No’lu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun 8 Ocak 1998 tarihli kararıyla ‘Korunması Gerekli Kültür Varlığı’ olarak tescillendiği temel alınmalı; 1943 tarihinde kamulaştırılarak İzmir Belediyesi’ne devredilen sahanın tekrar İBB’ye devri için meslek odaları ile kentliler birlikte kenti savunmalıdır.

Bayraklı bölgesini çok katlı beton blokların ısı adaları oluşturarak ekolojik dengeyi bozmasına engel olunmalı, kentin tarihi ve doğal dokusuna aykırı projelere onay verilmemelidir.

Egemen iradenin, siyasi iktidarın kürt sorunundaki şiddet yanlısı ırkçı, ayrıştırıcı, düşmanlaştırıcı, yandaşlarını kayırmacı politikalarına karşı kent düzeyinde eşitlikçi, özgürlükçü, yerel hizmetlerin  gerçekleşmesinde yoksul-dar gelirli yerleşimlere öncelikli, barışçıl ve demokratik projeler üretilmelidir.

Yönetime aday olanlar, alevilerin, farklı din, mezhep ve kültürlerin inanç özgürlüğünü ayrımsız savunmalıdır. İbadet mekanlarının restorasyonu desteklenmeli, güvenlikli kılınmalıdır Yönetmeye aday olanlar, sendikalaşmayı, sendika seçme özgürlüğünü, taşeron uygulamasına karşı kadrolu-güvenceli çalışma hakkını esas alan anlayış ve uygulamaların savunucusu olmalıdır.

Belediye emekçilerinin kadrolu, güvenceli istihdamını esas almalı, liyâkattan taviz verilmemeli, sendikaları tahakküm altına almaya çalışmadan, eşit ilişki kurabilmelidir. Sendikaların ve demokratik kitle örgütlerinin İzmir’de yerel demokrasinin gelişiminin bir parçası olduğu bilinmelidir. Kocaoğlu döneminde kadrolu olabilmek için hukuk yoluna başvuran ve işinden atılan tüm işçilerin yeniden iş başı yapmalarını sağlayacak adımlar atılmalıdır.

696 Sayılı kanun Hükmün’de kararnameyle  belediyelerde çalışan şirket işçileri, süresiz işçi statüsüne geçirilmişti.. Bu işçilere 2020 yılına kadar toplu iş sözleşmesi yapılmayacak, kadrolu işçi gibi 4 ikramiye verilmeyecek ve sosyal-ekonomik haklardan yararlanamayacaklar. Bu işçilere sadece düşük bir zam öngörülmektedir. Bu kararname eşitlik ilkesine aykırıdır. Kadroya geçirilme adı altında işçilerin ekonomik ve sosyal hakları gasp edilmiştir. Yerel yönetim adayları bu kararnameye karşı çıkmalı ve işçilerin ekonomik ve sosyal haklarını savunulmalı, eşitlik ilkesini temel almalıdır.

Toplu İş Sözleşmeleri (TİS) nin sendika, sendika olmayan iş kollarında işçi temsilcileriyle yapılmasını savunulmalı; grev hakkının önündeki engelleri kent bazında yok saymalıdır. Kıdem tazminatı hakkını güvenceye almalı; kiralık işçilik uygulamalarına karşı çıkmalıdır.

Çalışanlar arasında cinsiyet eşitliğini savunmalı; özellikle kariyer, kadro yükseltmede pozitif ayrımcı, ücret politikasında mutlak eşitlikçi olmalıdır.

Kentimizde kadın hak ve özgürlüklerine uygun koşulları oluşturmayı; kentin gecesi-gündüzüyle, toplu taşım araçlarıyla, sokaklarıyla güvenli kılıcı politikaları geliştirmelidir.

Gençliğin bilimsel-özerk-demokratik-parasız eğitim-öğretim hakkında her gün daha fazla artan eşitsizliğe karşı politikalar geliştirilmeli; barınma, ulaşım, beslenme konularında olanaklar yaratılmalıdır

Küçük üreticilere ve köylülere düşük oranlı kredi tahsisi, kooperatifleşme olanaklarını sağlamalı; Kooperatifleşmenin yaygınlaştırılması için üreticilere yardım ve destek politikaları (destekleme alımları) geliştirilmelidir. El emeği üretimi yapan kadınlara yerel pazarlarda ücretsiz  alanlar sağlamalıdır.

Tarım ve hayvancılığa yapılacak ekonomik destekleri yerel bütçe kaynaklarından yapmalı ve halka aracısız, ucuz beslenme olanaklarını sağlamalı; bunun için de üretim ve tüketim kooperatifleri kurulması için adımlar projelendirilmelidir.

Tarım emekçilerine yönelik bir ekonomik ve sosyal güvence ağı geliştirilmesini savunmalı; kırsal kesimde kadınlara yönelik özel bir sosyal güvenlik sistemini bu döngü içerisinde  projelendirilmesini savunarak uygulamasını gerçekleştirecek bir alan açmalıdır.

Tarım alanları, sulak alanlar, su kaynaklarının özelleştirmelere açılmasını, sermayeye bırakılmasına kararlılıkla karşı çıkmalıdır. Bu temelde HES, RES, Termik santrallerin yerlerini meslek örgütleri, uzmanlar ve yöre halkı ile belirlemeyi savunmalıdır. Güneş enerjisinden yararlanmanın yolları aranmalıdır.

Kentimiz yeşil alanlardan da il ve ilçe bazında otoparklardan da  yoksun durumdadır. Kentin yeşil alanları artırılmalı,ihtiyaçlar nüfus oarnında belirlenerek katlı otoparklar yapılmalıdır.

Hava kirliliği, araç yoğunluğu ve diğer nedenlerle yoğunlaşmıştır. Koah, astım, solunum yolu hastalıkları yüksek orandadır. Kentimizdeki hava kirliğini ortadan kaldıracak politikalar geliştirmek zorundayız.

Gıda güvenliğini denetimleri sıklaştırarak sağlamalı, BB bünyesinde araştırma laboratuarları kurmak projelendirilmelidir.

Yerel yönetimlerin ulaşım hizmetlerinden kar elde etmesi düşünülemez. Yerel yönetimler ulaşım hizmetini diğer gelirlerinden sübvanse etmelidir. Kentlerde ulaşım hizmetleri yerel yönetimlerin kamusal bir görevidir. Kentte yaşayan tüm yurttaşların toplu taşıma hizmetlerinden yararlanması asgari ücret esas alınarak yapılmalıdır.

Saygılarımızla

İmece-Der

 

  • 1.İzmire Sahip Çık

 

 

 

Olcay Çınar


OLCAY ÇINAR
10.08.1952 De Mardin’in Cizre ilçesinde doğdu.
Babası jandarma astsubayı, annesi ev hanımıdır. Dört kardeşin en büyüğüdür. Babasının mesleği dolayısıyla ilk okulu Bingöl ün Kığı, Mersin in Gülnar ilçelerinde, ortaokulu Kütahya da; liseyi İzmir Eşrefpaşa Lisesinde okudu.
Liseden sonra Ege Üniversitesi Makine Mühendisliğini kazandı. İlk yıllarında yurtsever devrimci hareketle tanıştı. Buca da özerk demokratik üniversite mücadelesi verirken bir yandan da faşizme ve emperyalizme karşı mücadelede Halkın Kurtuluşu saflarında yerini aldı.
Üniversiteyi bitirdikten sonra DSİ’de makine mühendisi olarak çeşitli görevlerde bulundu.
Kamu çalışanlarının sendika hakkı için mücadele etti ve KESK in İzmir deki yapılanması için çok emek verdi; Kamu İktisadi Teşebbüsü kurumların özelleştirilmesine;TEK in özel şirketlere devrine karşı mücadelede ön saflarda yer aldı.
Sevgili eşi Şenol la üniversite yıllarında anti faşist mücadele içinde tanıştı, mücadelede birlikleri evlilikle sonuçlandı. Bir erkek çocukları oldu.
Yakalandığı amansız hastalık nedeniyle 09.08. 2016 da aramızdan ayrıldı.
Bizlerle yaşayacak.

İzmir Kadın Platformu: Kadın cinayetlerini durduracağız

 

İzmir Kadın Platformu  Türkan saylan Kültür Merkezi önünde kadın katliamlarına karşı açıklama yaptı. Kadınlar; “Yaşasın kadın dayanışması”, “Erkek adalet değil gerçek adalet”, “Susmuyoruz korkmuyoruz itaat etmiyoruz”, ” Kadın cinayetleri politiktir.”, “Kutsal aileniz batsın kadınlar yaşasın”, “Sözleşme bizimdir vazgeçmiyoruz.”, “Yasta değil isyandayız”, “Katledilen kadınlar isyanımızdır”  sloganlarını attı.

Yapılan açıklama şöyle:

BASINA VE KAMUOYUNA

Kadına yönelik şiddet, kadın cinayetleri her geçen gün katlanarak artıyor. Kadınlar artık yalnızca evlerde değil, sokakta, işyerinde, okulda, parkta katlediliyor.

İstanbul Sözleşmesi’nden imzanın çekilmesinden Medeni Kanunun tartışmaya açılmasına, miras hakkının hedefe konmasından 6284 sayılı yasanın değiştirilmek istenmesine; AKP’nin kadın düşmanı politikaları kadınların yaşamlarına mal oluyor.

Evlilik yaşının düşürülmek istenmesinden, boşanmaların engellenmesi, arabulucu uygulamalarına, nafaka hakkının gasp edilmek istenmesinden çok eşliliğin meşrulaştırılmasına, çocuk istismarının aklanmasına, kadınların eşitlik haklarına yönelik saldırılara, Diyanetinden, medyasına, tarikat şeyhinden bakanına gerici söylemler kadınların katledilmesinin zeminini yaratıyor.  Kamusal hizmetler tasfiye edilirken ev içi bakım yükleri altında ezilen kadınlar şiddet dolu hayatlara mahkum ediliyor. Kadınların ve LGBTİ’lerin yaşam hakları; AKP ve gerici ittifakın seçim kampanyalarında, mitinglerinde kazanılmış haklarımız hedefe konuluyor.

Gerici, cinsiyetçi, erkek egemen politika ve söylemlerle şiddet sıradanlaştırılırken, şiddet faillerine cezasızlık politikası ve iyi hal indirimleriyle kadına yönelik erkek şiddeti ve kadın katliamları körükleniyor.

İçeriği “Kadın erkek eşit değildir”, “kadının yeri evidir”, “kutsal aile” “aile hukukunun yeniden düzenlenmesi” sözleriyle somutlanan aile şuaralarıyla kadınların eşitlik ve özgürlük hakları hedefe konuyor.  Tarikat ve cemaatler palazlandırılırken, eşitsizlik doğrudan Diyanet ve Milli Eğitim Bakanlığı tarafından örgütleniyor.

Tüm bu politikalar hayatlarımızı kuşatan şiddete dönüşüyor. Derinleşen yoksulluk erkek-devlet şiddeti ile yönetilmeye çalışılıyor. Kadın ve nefret cinayetleri artıyor. AKP’nin iktidara geldiği günden bu yana 8 bine yakın kadın katledildi. 2023 yılında 315 kadın öldürüldü, 248 kadın şüpheli bir şekilde ölü bulundu. 2024’ün başından beri 85 kadın erkekler tarafından katledildi.  İzmir’de ayrı yaşadığı erkek tarafından katledilen Özlem Çankaya’da dahil bu ülkede 24 saatte 8 kadın öldürüldü.

Sadece evlerde değil sokaklarda öldürülüyor kadınlar. 8 Mart gecesi Konak’taki parkta oturan anne kız tacize karşı durduğu için hiç tanımadıkları biri tarafından bıçaklı saldırıya uğradı ve İlayda Alkan katledildi. Oya Tarhan ise yaşam savaşı veriyor.

Defalarca karakola başvurmasına, elektronik kelepçe talep etmesine rağmen boşanmak istediği erkek tarafından akademisyen Derya Uzelli, annesi Dilek Uzelli ve küçük kızı Linda saldırıya uğradı. Silahlar, uzun namlulu tüfekler kuşanmış katil Yusuf Yılmaz, Derya Uzelli’nin annesini ve kızını katletti,  kendisinin üzerine 30 kurşun boca etti.  Katilin yakınları Derya Uzelli’yi hedefe koydu ahlaksızca.

Karabağlar’da Zahide Yurtkal koruma kararı olmasına rağmen, boşanma aşamasında olduğu Tamer Yurtkal tarafından silahla vurularak öldürüldü. Kızı ise yaralandı.  Defalarca alınan koruma kararlarına rağmen korunmadığı için öldürülen Ezgi Zerkin’in katili hala sokaklarda dolaşıyor.

Migros deposunda kötü çalışma koşulları ve işten atmalara karşı direnen  DGD-SEN üyesi Gülhan Albayrak işe gitmek için çıktığı evinin önünde defalarca şikayetçi olduğu eski sevgilisi tarafından katledildi.

Bu katliamların sorumluları

“Türkiye yüzyılı” diye kent kent meydan meydan gezerken, o gittikleri kentlerin evlerinde, sokaklarında kadınlar öldürülüyor. Seçim beyannamelerinde ise kadının adı sadece aile içinde geçiyor.

Aile diye diye kadınları şiddet gördükleri evlere mahkum eden gerici politikalar yüzünden kadınlar ölümle burun buruna yaşıyor. Güvenceli bir işe sahip olmadığı, çocuğunu gönderecek kamu kreşlerini kapattıkları için o çok kutsadıkları aile içinde şiddete mahkum ediliyor.

Kadınları şiddetten koruyacak mekanizmalar işlemediği için, şiddet gördüklerinde başvurabilecekleri yeterli sayıda sığınma evi, danışma merkezleri bulunmadığı için, şiddet failleri salıverildiği için öldürülüyor.

Müjde diye sundukları esnek çalışmayla ya ölümü ya zulümü reva gören bu düzene de, ayrımcı politikalarınıza da, gerici ittifakınıza da iktidarınızı sürdürmek için kadınları tahakküm altına alan erkek egemen politikalarınıza da yol vermeyeceğiz.

Bu katliamlardan siz sorumlusunuz!

Öldürülen her bir kız kardeşimiz için sokakları, meydanları doldurmaya devam edeceğiz. Hiçbir kadın yalnız ve güçsüz hissetmeyene kadar örgütlü mücadeleyi sürdüreceğiz. Aileye kul, sermayeye köle olmayacağız.

Katledilen kız kardeşlerimizin hesabını soracağız!

Buradan bütün kadınlara sesleniyoruz; Eşit özgür insanca bir hayatı kurmak bizim ellerimizde! Bunun için işyerinde, mahallede, okulda bulunduğumuz her yerde örgütlenelim mücadele edelim! Emeğimize, bedenimize, yaşamımıza kast eden bu düzene karşı bir kişi daha eksilmemek için  birbirimizden hayatlarımızda, haklarımızdan vazgeçmeyeceğiz.

İzmir Kadın Platformu”

Eğitim Sen İzmir Şubeleri: MESEM ve ÇEDES uygulamalarına karşı bilim emekçilerini, velileri, öğrencileri ve demokratik kamuoyunu birlikte tutum almaya ve mücadeleye çağırdı.

Eğitim Sen  İzmir  Şubeleri ÇEDES Protokolü ve MESEM projesine karşı  Karşıyaka İlçesinde Kemal Paşa Caddesinde  ” Laik Eğitim Demokratik Toplum”  talebini  sesli olarak yükselterek bildiri dağıttı. Karşıyaka ilçe Milli Eğitim Müdürlüğü  önünde  basın açıklaması yaptı. Bildiri dağıtımı ve açıklamaya  ‘Laik Eğitim Demokratik Yaşam Platformu’ bileşenleri de katıldı. Açıklamayı Eğitim Sen İzmir Şubeleri Dönem Sözcüsü Bülent Karakaş okudu.

Açıklama:

“ÇOCUKLARIN GELECEĞİNİN ‘MESEM’ VE ‘ÇEDES’ ÜZERİNDEN KARARTILMASINA İZİN VERMEYELİM

Türkiye’de uzun süredir eğitim sisteminde ve okullarda iktidarın siyasal-ideolojik hedefleri doğrultusunda piyasacı ve dinci bir kuşatmanın yaşandığı bilinmektedir. Millî Eğitim Bakanlığı’nın patronlara ucuz iş gücü sağlamak için gündeme getirdiği Mesleki Eğitim Merkezleri (MESEM) ve eğitim sistemini büyük ölçüde dinselleştirmeyi hedefleyen ÇEDES projesinin sonuçları, öğrencilerimizin ve çocuklarımızın nasıl tehlikeli bir kuşatmayla karşı karşıya olduğunu göstermektedir.

“Bir gün okul, dört gün iş” sloganıyla hayata geçirilen (MESEM) uygulaması öğrencilerin patronlara ucuz iş gücü olarak sunulmasının önünü açmıştır. MESEM projesiyle 300 bini çocuk olmak üzere, 1 buçuk milyonun üzerinde insanın emeği patronların hizmetine sunulurken, yüzbinlerce çocuk ve gencimiz MESEM’in çarkları arasında acımasızca öğütülmektedir. Yüzbinlerce çocuk ve gencimiz ‘çırak’ ya da ‘stajyer’ kimliğiyle işçi gibi çalıştırılıp emek sömürüsünün sınırları zorlanmaktadır.

Son yıllarda iktidar eliyle derinleştirilen ağır ekonomik ve toplumsal sorunlar MESEM’leri bir tercih olmaktan çok, yüzbinlerce çocuk ve genç için adeta bir zorunluluk haline getirilmiştir. Ülkede en düşük emekli aylığının 10 bin lira olduğu koşullarda MESEM kapsamında çalıştırılan yoksul ailelerin çocukları, okumak yerine zorunlu olarak çalışmaya zorlanmaktadır. Ekonomik sorunlarla ve ağır borç yüküyle boğuşan yoksul emekçi aileleri, asgari ücretin yüzde 30’u ila yüzde 50’si arasında ücret ödenmesi nedeniyle MESEM gibi uygulamalara mecbur bırakılmıştır.

Çocukların yasal olarak tehlikeli ve çok tehlikeli işlerde çalıştırılması yasak olmasına rağmen, MESEM bünyesinde çalıştırılan çocuklar/gençler iş cinayetlerinde yaşamını yitirmeye devam etmektedir. Çocuk işçiliğinin devlet eliyle meşrulaştırılması anlamı taşıyan MESEM uygulaması nedeniyle sadece son bir yıl içinde en az 8 çocuk çalışırken hayatını kaybetmiştir.

MESEM öğrencilere mesleki eğitim verilen ya da iddia edildiği gibi staj üzerinden beceri kazandıran bir uygulama değil, patronlara kaynak aktarmak amacıyla oluşturulmuş bir teşvik sistemidir. 12 yıllık zorunlu eğitim süresini fiilen 8 yıla indiren ve devlet eliyle ucuz işçiliği özendiren MESEM uygulaması daha fazla can almadan durdurulmalı, patronları değil öğrencileri merkeze alan nitelikli bir mesleki eğitim politikası hayata geçirilmelidir.

İktidarın kendi dünya görüşüne uygun nesiller yetiştirme hedefi tüm topluma yönelik fiili bir dayatma haline gelmiş durumdadır. Millî Eğitim Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı ile Gençlik ve Spor Bakanlığı iş birliğinde yürütülmekte olan ÇEDES Projesi kapsamında atılan adımlar laik eğitim ve laik yaşama açıktan meydan okuma anlamına gelmektedir.

Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı dinselleşme uygulaması olarak karşımıza çıkan ÇEDES Projesi, çocukların zihinsel gelişim süreçlerine ve pedagoji bilimine tamamen aykırı bir içerikte hazırlanmış ve 81 ildeki bütün okullarda uygulanmaya başlamıştır.

Okullarda sadece öğretmenlerin eğitim öğretim hizmeti verebileceği gerçeği ortada dururken, ÇEDES projesi ile okullarımızda imamlar, vaizler ve Diyanet’e bağlı memurlar “manevi danışman” olarak görevlendirilmekte ve yasa dışı bir şekilde fiilen eğitim öğretim hizmeti vermektedir. Okul içinde ve dışında yapılan dini içerikli etkinlikler, özellikle toplu namaz etkinlikleri ve öğrencilere mezarlık temizletilmesi gibi etkinlikler çocukların zihinsel gelişimi açısından sakıncalıdır. Sınıflarda dini içerikli etkinlikler (sınıflarda Kâbe ve mezar maketleriyle yapılan etkinlikler) laik eğitime ve eğitim-öğretimin amaçlarına temelden aykırıdır.

Devletin, sadece bir dinin ve mezhebin öğretilerini, sadece belli bir inanca özgü değerleri tüm okullarda ‘tek doğru’ olarak öğretmeye çalışması farklı inançtan öğrencilere yönelik açık bir dayatma ve ayrımcılık anlamına gelmektedir.

Öğrencilerimizin iktidarın siyasal-ideolojik hedefleri doğrultusunda okul içinde ve dışındaki katılmasına izin verilmesi çocuğun üstün yararı ilkesine aykırıdır ve Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne göre doğrudan çocuk istismarı anlamına gelmektedir. Eğitim sisteminin belli bir dinin ve belli bir mezhebin kurallara göre biçimlendirilmek istenmesi, çocuklarımızın dini etkinlikler üzerinden istismar edilmesi kabul edilemez bir durumdur.  Bu nedenle eğitim kurumları dini içerikli faaliyet ve etkinliklerin değil, laik ve bilimsel eğitimin mekânları olmak zorundadır.

Hiçbir toplum birbirinin aynı olan, aynı düşünen ve aynı inanç ve düşünceden insanlardan oluşmaz. Laiklik ve laik eğitim, toplumda ve okulda farklılıkların bir arada yaşamasının temel güvencesidir. Laik eğitim, toplumdaki farklı inanç ve mezheplerin bir arada özgürce ve barış içinde yaşayabilmeleri için son derece önemlidir.

Eğitim Sen, toplumun bütün bireylerinin, temel insan hakları ve özgürlükleri doğrultusunda, herkesin kendi anadilinde, cins ayrımcı olmayan, eşit demokratik, laik, bilimsel, parasız ve kamusal nitelikli eğitim görmesini savunmaktadır. MESEM ve ÇEDES projeleri uluslararası sözleşmelerde yer alan çocukların hakları ve eğitimi ile ilgili temel haklar ve özgürlüklere temelden aykırıdır ve derhal durdurulmalıdır.

Çocuklarımızın ve öğrencilerimizin siyasi iktidarın kendi siyasal-ideolojik hedeflerine ulaşmak için hayata geçirilen MESEM, ÇEDES ve benzeri projelerin parçası haline getirilmesine sessiz ve tepkisiz kalmayacağımız bilinmelidir. Bu konuda eğitim ve bilim emekçileri başta olmak üzere, öğrencilerimizi, velilerimizi ve demokratik kamuoyunu MESEM ve ÇEDES uygulamalarına karşı birlikte tutum almaya ve ortak mücadeleye davet ediyoruz.

Eğitim Sen olarak okullarımızın piyasa odaklı ve dini içerikli faaliyet ve etkinliklerin değil, laik ve bilimsel eğitimin mekânları olması için bütün gücümüzle mücadele edecek, iktidar eliyle hayata geçirilen MESEM ve ÇEDES dayatmasına karşı bütün gücümüzle mücadele etmeyi sürdüreceğiz.”

Laik Eğitim Demokratik Yaşam İstiyoruz..

DİNSELLEŞTİRME ve GERİCİLEŞTİRME  UYGULAMALARI

  • Türkiye’de Diyanet işleri Başkanlığı tarafından açılan Kur’an Kurslarında 4-6 yaş grubundaki çocuklara ‘dini eğitim’ veriliyor.
  • Eğitim müfredatında 9 tanesi zorunlu ve 24 tanesi seçmeli olmak üzere toplam 33 din dersi bulunmaktadır.
  • Okullara ayrılan ödenekte ayrımcılık var: imam hatip okullarında ödenek sıkıntısı yaşanmazken diğer devlet okullarının hepsinde ödenek yetersizliği yaşanmakta, ihtiyaçlar öğrenci velilerinden karşılanmaktadır.
  • MEB ile Diyanet işleri Başkanlığı-Dini vakıf ve dernekler arasında çok sayıda protokol imzalanmıştır. ‘
  • Değerler eğitimi adıyla sadece tek din, tek mezhep ve tek ırkın öğretileri öğrencilere ve topluma dayatılmakta farklı dini değerler taşıyan ailelerin çocukları ötekileştirilmektedir. ‘
  • Çevreme Duyarlıyım Değerlerime Sahip Çıkıyorum” (ÇEDES) projesi adı altında okullarda, öğretmenlik vasfı taşmayan imam, vaiz ve din görevlileri ‘manevi danışman’ ve öğretici’ olarak etkinliklere katılıyor, öğrenciler camilere götürülüyor ve imamlar okullarda ‘konferans’ veriyor. Öğretmenlerin, velilerin bilgi, onay ve denetimi dışında etkinlikler düzenleniyor.
  • Diyanet işleri Başkanlığı, ilkokul öğrencilerine, “Genç Gönüller, Çocuk Gönüllerle Buluşuyor. Projesi” adıyla bir proje başlattı. Diyanet bu proje ile ilkokul öğrencilerine camilerde manevi danışmanlar ve din görevlileri eşliğinde değerler eğitimi veriyor. “Genç Gönüllüler” in niteliği, kimliği, öğrettikleri bilinmiyor, denetlenemiyor.

İKTİDARIN UYGULADIĞI EĞİTİM!

1 -Türk-İslam sentezine dayalı mezhepçi, sağcı, cinsiyetçi ve otoriter bireyler yetiştirir.

2-Dinci ve gerici karakterli bireyler yetiştirir.

3-Paralı ve rekabetçi eğitimi uygular.

4-Çocuklarıysorgusuz-sualsiz itaate yönlendirir.

5-Çocukları nesneleştirir, korkak ve pasif yetiştirir.

6-Tek din, tek mezhep tek dil ve tek millet anlayışına dayanır.

7-Bilimeyaraştırmaya ve tartışmaya değil dogmatik bilgiye zorlar.

8-Ayrımcılığa ve eşitsizliğe dayanan uygulamalar bütünlüğüdür.

LAİK EĞİTİM, DEMOKRATİK YAŞAM PLATFORMU İSE;

1 -Demokratik, eşitlikçi  özgürlükçü ve insan haklarına dayalı,

2-Laik, bilimsel,  parasız ve kamusal referanslara;

3-Eşitlikçi ve nitelikli,

4-Sorgulayan, eleştiren ve biat etmeyen nesiller yetiştiren,

5-Çocukların yüksek yararını önceleyen,

6-Çok inançlı, çok kültürlü, çok dilli ve farklılıklara saygılı,

7-Bilimsel ve eleştirel,

8-Demokratik topluma ve eşit haklara dayalı bir eğitimi savunur.

ÖNEMLİ HUKUKİ BAŞLIKLAR!

  • l8 yaşın altındaki her birey çocuktur, bedensel ve moral olarak doğru kararlar verebilme olgunluğuna erişmemiştir ve ailesinin sorumluluğu altındadır.
  • ÇEDES vb. protokollerin etkinliklerine çocuklarının katılmasını istemeyen veliler okula bunu ifade eden bir dilekçe ile başvurabilir.
  • Ders saatleri dışında çocuklarınızın nereye ne amaçla ve kim tarafından götürüldüğünden haberdar olma hakkınız vardır.
  • Eğitim-öğretim görevini sadece öğretmenler yapar. Bu görev asla başkasına devredilemez.
  • ÇEDES gibi uygulamalar çocuklarımızın geleceği için engel teşkil etmekte ve kaygı vericidir.
  • Güvenceli gelecek ancak laik,  bilimsel, kamusal, parasız ve demokratik bir eğitim ile mümkündür.

LAİK EĞİTİM DEMOKRATİK YAŞAM PLATFORMU

 

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri: Erzincan’ın Çöpler Altın Madeni’nde ekokırım ve insanlık suçu işleniyor!

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri,  Çöpler Altın Madeni’nde  sömürge madenciliği sonucu meydana gelen ekokırım ve işçi katliamının  tüm sorumlularının  hesap vermesi  ve  tüm ÇED kararlarının iptal edilmesi  ve işletmenin derhal kapatılması için Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde basın açıklaması yaptı. Açıklamayı TMMOB İKK Sözcüsü Aykut Akdemir okudu.  İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri’nin  basın açıklamasından sonra   İşçi Emekçi Birliği’de  doğa ve işçi kırımına karşı  basın açıklaması yaptı.

Emek ve Demokrasi Güçleri’nin açıklaması:

“2008 yılında faaliyete geçtiğinden beri ekolojik felaketlerle gündeme gelen, Anagold Madencilik Sanayi ve Ticaret A.Ş tarafından işletilen Çöpler Kompleks Maden İşletmesinde gerçekleştirilen sömürge madenciliği ile yalnız doğamız ve kaynaklarımız değil, işçilerimiz de katlediliyor.
TMMOB, liç sahasında yaşanabilecek kayma nedeniyle sorumluları birçok kez uyarmış ancak bu uyarıları ne Bakanlık ne Yerel yönetim ne de Mahkemeler dikkate almamış. Bu nedenledir ki şu anda 9 canımız toprak altında iken büyük bir çevre felaketi ile karşı karşıyayız.
Yaşanan faciayla ilgili pek çok soru bulunmaktadır. Bu soruları elbirliğiyle bu faciayı yaşatanlara soruyoruz;
Liç yığınının kaymaması için stabilite hesapları yapıldı mı?
Hava durumu ve iklim değişikliğine dair önlemler alındı mı?
Bölgenin depremsellik haritasına uyuldu mu?
Kayma sonucunda ne kadarlık alanı etkileyeceği hesaplandı mı?
Son olarak Çöpler altın madeninde elde ettiğiniz karlar; kaybettiğimiz canlara, çevreye ve doğaya verdiği zarara değdi mi?
Biliyoruz ki bu soruları biz emekçiler, ısrarlı bir mücadeleyle gündeme getirmediğimiz sürece cevapsız kalacak, iktidar bugüne kadar kol kanat gerdiği şirketi yine “cezasız” bırakacaktır.
2021 yılında “Çöpler Kompleks Madeni”nde kapasite artışı ve ek tesisler yapılmasına yönelik projeye verilen “ÇED Olumlu” kararının iptali istemiyle açılan davada; projenin çevre üzerinde yarattığı ve yaratacağı tahribat ifade edilmiş; siyanürlü altın madenciliği yönteminin barındırdığı riskler itibariyle vazgeçilmesi gereken bir yöntem olduğu, bölgenin depremsellik ve heyelan açısından tehlikeleri de ayrıntıları ile vurgulanmıştır. Tüm bunlara karşın, üstelik yargılama sürerken dilekçelerde belirtilen riskler gerçekleşmiş ve 2022 yılında siyanürlü solüsyon taşıyan borularda yırtılma neticesinde siyanürlü solüsyon SIZDIRMAZLIK ALANI DIŞINA taşarak çevresel tahribata neden olmuş olmasına rağmen, Mahkemece bilirkişi heyetine ve raporuna sunulan itirazlar, hukuka aykırılık iddiaları karşılanmadan, yalnızca ÇED raporundan alıntılarla davanın reddine karar verilmiştir.

Kapasite artışına ilişkin ÇED Olumlu kararının iptali istemiyle açılan davanın yargılaması sürerken 21 Haziran 2022 tarihinde siyanür içerikli solüsyon taşıyan boru hattında oluşan yırtılma nedeniyle siyanürlü solüsyonun çevreye yayıldığı bölgede yaşayan halk tarafından fark edilmiş akabinde TMMOB tarafından da suç duyurusunda bulunulmuştur.

Madende yaşanan suça konu olayların ülke genelinde yaygın tepkilere yol açmasının ardından yetkililer tarafından ancak olaydan günler sonra bir açıklama yapılabilmiş; yaşanan felaketin üzerinden geçen 5 günün ardından ancak şirket hakkında para cezası uygulanmış “analiz sonuçlarına göre ise lüzum görülen alanlarda çevresel iyileştirme çalışmalarına devam edileceği” beyan edilmiştir. Ve yine ancak kamuoyunda tepkilerin büyümesi ve sürmesi ile yaşanan felaketin üzerinden geçen 6 günün ardından şirketin faaliyetlerinin durdurulmasına karar verilmiştir. Akabinde ise hiçbir şey olmamış gibi durdurma kararı kaldırılmış ve şirket faaliyetlerine devam etmiştir.

Savcılık tarafından ise yalnızca Anagold Madencilik Sanayi ve Ticaret A.Ş. ve yöneticileri hakkında “çevrenin taksirle kirletilmesi sonucu toprakta, suda, havada kalıcı etki bırakması” suçundan soruşturma yürütülmüş ve neticesinde taksirle işlenen suç bakımından gerekli ödeme yapıldığından kovuşturmaya yer olmadığına karar verilmiştir. Parasını öde doğayı tahrip et denilmiştir. Sürece ilişkin yetki ve sorumlulukları dolayısıyla Maden sahasını denetimle görevli Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü yetkilileri ve çalışanları ile projeye ilişkin ÇED Olumlu kararı, izin, ruhsat veren kurumlar ile yetkilileri hakkındaki şikayetler hakkında ise hiçbir işlem yapılmamıştır.

Yaşanan felaket bir kez daha göstermiştir ki Altın madenciliğinde, liç işleminde kullanılan siyanür ve ortaya çıkacak diğer ağır metallerin çevre ve insan sağlığı için olumsuz etkiler yaratacak olası bir risk ve tehdit unsuru oluşturduğu; özellikle çok kuvvetli bir zehir olan siyanürün toprağa, suya ve havaya karıştığı zaman her türlü canlı açısından zararlı olduğu; dolayısıyla proses gereği atık barajlarına pompalanan siyanürlü atıkların, geçirimsiz olarak planlanan bu atık barajlarından oluşabilecek sızıntılar nedeniyle su kaynaklarına ve diğer kullanım alanlarına ulaşma olasılığı bulunduğu ve siyanürlü altın madeni işletilmesinde risk unsurunun ön plana çıktığı, ayrıca aynı risk sebebiyle bu bölgelerdeki flora ve faunanın da bozulma tehditi altında kaldığı bugüne değin yapılan çalışmalar, yargı kararları ve akademik raporlar ve esasında yaşanan çevre felaketleri ile kuşkuya yer bırakmayacak biçimde açıkça ortaya konduğu; yöntemin niteliği dolayısıyla; siyanür liçi yöntemi ile altın madeni işletilmesinde işletmeciye yahut denetim/izleme faaliyetlerine bağlı olarak risk olasılığının azalacağından söz etmek olanaklı değildir.

31 Ekim 2022 yılında kapasite artışı yapan maden şirketinin söz konusu projesinin, felaket riski taşıdığının konuyla ilgilenen meslek örgütleri tarafından defalarca dile getirilmesine rağmen; tarafını şirketten yana belirleyen sorumsuz yöneticiler bu uyarıları asla dikkate almadılar. Ve söz konusu tesise; deprem, su kaynakları ve nehirlerin korunması bakımından bilimsel gerçeklere aykırı olarak Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nca Nihai ÇED Olumlu kararı verildi. Kararın altında imzası bulunan dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, bugün İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adayı! Yine AKP Genel Başkan Yardımcısı olduğu dönemde Binali Yıldırım madenin bulunduğu köyün halkının tepkisine “Burada bir bilgi kirliliği var. Bilgi kirliliğinin sebebi şu. Bir takım küçük menfaatlerine halel gelenler ne yazık ki olumsuz propagandaları körüklüyorlar. Madenin ciddi anlamda İliç’e desteği var.” sözleriyle karşılık vermiştir.
Bu topraklarda Soma, Ermenek, Amasra, Şirvan ve diğerleri gibi onlarca maden katliamı ve iş cinayeti Kader ve fıtrat denilerek geçiştirildi. Her felaket bir sonrakine kapı araladı. Bizler sorumluları iyi biliyoruz. En başta şirkete bugüne kadar kol kanat geren, doğamızı yaşam alanlarımızı yağmalamasına izin veren, tüm uyarılara rağmen bu facianın gelişini izleyen, hukuksuz kapasite artışlarına izin verdiği yetmezmiş gibi şirketi vergi aflarıyla ödüllendiren AKP iktidarı bu göçüğün baş sorumlusudur! Bizler daha fazla kâr hırsıyla topraklarımızı, doğamızı, emperyalist şirketlere peşkeş çekenlerden hesap soracağız.
Şu an 10 milyon metreküp olarak tahmin edilen siyanür başta olmak üzere birçok kimyasalla yıkanmış, içerisinde arsenik gibi birçok ağır metal barındıran toprak kütlesi bir dere yatağının üzerinde bekliyor durumda. Altındaki zemin geçirgen bir zemin. Altındaki zemin dere yatağı. Toprağın içerisindeki kimyasalların neredeyse önemli bir kısmı sıvı şekilde. Bu sistem, Fırat Nehri’ni besleyen, su besleme sistemine dahil olma riskini de büyük oranda taşıyor. Yetkililerin yaptığı açıklama nehrin, Fırat Nehri’ne karışan menfez kısmının baraj ve set etkisi görecek şekilde kapatıldığına yönelik bir tedbir alınmasına ilişkin. Yalnız bu tedbir sadece malzemenin yüzeysel ve fiziksel olarak Fırat Nehri’ne akış yoluyla karışmasını engelleyebilir. Zeminden etkileşimi asla engellemez.

Bir kez daha sesleniyoruz; madenlerimiz ulusal ve uluslararası sermaye gruplarının yağma alanı olmaktan çıkarılmalı, İliç’te yaşanan felaketin tüm sorumluları yargı karşısında hesap vermeli, tüm ÇED kararları iptal edilmeli ve işletme derhal kapatılmadır.
İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri”

 

İşçi Emekçi Birliği’nin Basın açıklaması metni:

“Anagold işçi kanı üzerinden servetini büyütüyor!

Bu bir katliamdır, hesabını soracağız!

Erzincan’ın İliç ilçesinde bulunan Çöpler Altın madeninde yaşanan toprak kayması sonuncunda işçi arkadaşlarımız göçük altında kaldı, madende kullanılan binlerce tonluk siyanür doğaya karıştı. Fırat nehrinin hemen kenarında konuşlanmış olan madenin çevreye ve doğaya zararı yıllardır tartışılıyordu. Tüm itirazlara rağmen maden kapatılmadı aksine olumlu ÇED raporları ile daha da genişletilip adeta saatli bir bomba haline getirildi. Resmi ağızlar yaşanan felaketi kaza olarak ifade ediliyor. Fakat bizler biliyoruz ki bu bir kaza değil daha fazla kar hırsı uğruna gerçekleştirilmiş bir katliamdır.

Yıllardır çevre örgütleri, TMMOB, çeşitli kurumlar doğayı, insanı ve tüm canlı hayatını hiçe sayan maden şirketlerinin kar hırsları uğruna hazırladığı katliamı önlemek için çalışmalar yürüttüler. Hazırlanan raporlar dikkate alınmadı, mahkeme kararları hiçe sayıldı, şirket lehine değiştirildi. Bakanlarından valisine kadar tüm yetkililer, kurumlar Anagold şirketinin arkasında saf tuttu. Dönemin Başbakanı Binali Yıldırım maden şirketinin faaliyetlerini protesto eden köylüleri “bozguncu” ilan etti. Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanı ve şimdi de İBB Belediye Başkan adayı olan Murat Kurum şirketin tüm usulsüzlüklerinin belgelenmesine ve genişlemenin felakete yol açacağının raporlanmasına rağmen kapasite artışına onay verdi. Erzincan valisi, İliç kaymakamı, hakim ve savcılar şirketin ücretli memurları gibi kararlar aldılar.

Bunlarla da yetinilmediğini görüyoruz. Anagold şirketi 9 ayda 323 milyon dolar kar açıklarken, diğer yandan 7,2 milyon dolar olan vergi borçları siliniyor, teşvik üzerine teşvik veriliyor.

Ölümle burun buruna çalıştırılan şirket işçilerine ise %0 zam yapılıyor. Sermayenin hizmetinde olan iktidar ve devlet kurumları sermayeyi kollarken doğayı katleden, işçileri sefalete ve ölüme mahkum eden uygulamaların ise önünü açıyorlar.

Sermaye vampirdir, işçi kanından besleniyor!

Sermaye için asıl olan kardır. Bunun için milyonları yıkıma sürüklemekten geri durmuyorlar. İliç’te yaşanan doğa ve insan katliamı bunun yeni bir örneğidir.  Ülkenin dört bir yanında daha fazla kar uğruna benzer katliam organizasyonları devlet teşvikleriyle sürdürülüyor.

Tıpkı Afrika’da olduğu gibi emperyalist tekeller ve yerli işbirlikleri Erzincan, Artvin, Kazdağıları vb. parça parça yok ederken yasalar onlara göre düzenleniyor, sahte raporlarla her türlü faaliyetlerinin önü açılıyor, sınırlı mahkeme kararlarını dahi tanımıyorlar. Tüm yaşananlar göstermektedir kapitalist düzende her şey sermayeye hizmet için kurgulanıyor.

İnsanlığı ve tüm canlı hayatını yıkıma sürükleyen bu düzene mahkum değiliz. Bu düzen ve sebep olduğu felaketler ancak işçi sınıfı ve emekçilerin örgütlü mücadelesiyle son bulacaktır. Yeni İliç’ler, Somalar, Ermenekler yaşanmaması tüm işçi ve emekçileri mücadeleye çağırıyoruz. Doğamızı, havamızı, toprağımızı ve hayatlarımızı yok edenlerden hesap sormak için hayatın olduğu her yerde örgütlenmeye çağırıyoruz.

Sermaye vampirdir ve işçi kanından beslenir. Kanımızı emenlerden, bizleri göçük altında bırakanlardan hesap sormanın yolu ise kapitalist düzene karşı sosyalizm mücadelesini büyütmekten geçiyor.”

Kesk-Eğitim-Sen No’lu Şube: KHK’lerinizi iptal edin. Arkadaşlarımızı bir an önce işlerine iade edin.

Kesk-Eğitim-Sen 2 No’lu Şube  oturma eyleminin  281.  haftasını  Karşıyaka Çarşı girişinde  yaptı. Basın açıklamasını Eğitim-Sen 2 Nolu Şube Başkanı Zeliha Danyeli okudu.

“Basına ve Kamuoyuna;

İçerisinden geçtiğimiz kış aylarında garip mevsimsel süreç gibi yine garip siyasi, sosyal ve ekonomik bir ülke atmosferi yaşıyoruz. Ülkeyi kedere boğan iş cinayetleri bir türlü önüne geçilemez hal aldı. Bu ölümleri engellemekle sorumlu olanların yani iktidarın yandaş sermayeye yeni kar alanları açma adına böylesi işçi katliamlarına yol açan politikalarından derhal vazgeçmeleri gerekiyor. Son olarak Erzincan’ın İliç ilçesinde siyanürle altın aradığı bilinen kamuoyunun tüm tepkilerine rağmen faaliyetlerine devam eden Çöpler Madeni’nde gerçekleşen işçi kıyımında yaşamını yitirenleri saygıyla anıyoruz. Diğer yandan ülkenin dört bir yanından yükselen işçi direnişlerini ve mücadele kararlılıklarını saygıyla selamlıyoruz.

En son İzmir’de faaliyet gösteren bir tekstil fabrikasında örgütlü sendika olan DERİTEKS’in Genel Başkanına yapılan silahlı saldırıyı ve bunlara çanak tutanları kınıyoruz. Ömrünü insan hakları savunuculuğuna adamış olan Şebnem Korur Fincancı üzerinden insan hakları savunucuları ve aktivistlerine yönelik sosyal medyada gerçekleştirilen karalama kampanyasındaki karanlık niyetin farkındayız. Şebnem Hoca üzerinden ülkenin barış ve insan hakları değerleri ile birlikte başkanı olduğu TTB’nin itibarsızlaştırılması amacına ulaşamayacak bir girişimdir.

AKP iktidarı boyunca muktedir eliyle gerçekleştirilen kadın cinayetleri bu topluma giydirilmeye çalışılan deli gömleğidir. Biz kadınlar asla bu çerçeveye sığmadık ve sığmayacağız. Erkek egemen zihniyetin boyunduruğuna girmeyeceğiz. 9 Şubat’tan bu yana kendisinden haber alınamayan Rojvelat Kızmaz’ın cansız bedeni Hasankeyf’te bulundu. Bir yurttaşının can güvenliğini sağlamaktan çok katilini koruyan, tecavüzcüsünü aklayan, eve hapsedilmek istenen kadınların ülkesi olmayacağız.

Anayasal görevleri olan halkın haber alma hakkını yerine getirmek için görev yapan özgür basın kuruluşlarına ve çalışanlarına yönelik gözaltı ve tutuklamalar hem suçtur hem de acizliktir. Her türlü kötülüğü halkına reva gören iktidar anlayışı bilmelidir ki mızrak çuvala sığmamaktadır. Bu nedenle tutsak olan tüm basın emekçilerinin derhal serbest bırakılmaları gerekir. İşte ülkenin içerisinde bulunduğu garabetin temel nedeni hukuksuzluktur. İçerisinde bulunduğumuz bu girdaptan çıkışın tek yolu özgürlük, barış, ve eşitlik yoludur. Siyasi, sosyal ve ekonomik kurtuluşumuzun reçetesi radikal demokrasidir. Tüm Anadolu halkları için yürüyen, zincirleri kırmak için mücadele eden, tutsak bulunan değerleri dünya barışı için özgürlüğüne kavuşturmaya çalışan tüm demokrasi sevdalılarına selam olsun!

Bundan yaklaşık sekiz yıl önce KHK’ler ile işlerinden ihraç edilen arkadaşlarımızın karşılaştığı durum birçok yönüyle hukuksuzluğu gösterir. 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında bir gece yarısı KHK’si ile işlerinden ihraç edilen arkadaşlarımızın karşı karşıya kaldıkları durumlar tüm yönleriyle akla, vicdana ve hukuka aykırıdır.

Darbe ile asla ilişkisi olamayacak arkadaşlarımızı ihraç etmenin kendisi hukuksuzdur, suçtur.

Aileleri de dahil edilmek üzere parasal işlemlerini yürütecek iş ve işlemlerde dahi sınırlama ve yasaklamalar getirilmesi hukuksuzdur, suçtur.

Uzun süre seyahat yasağı getirilerek özgürlüklerinin kısıtlanması hukuksuzdur, suçtur.

Herhangi bir işte çalışacak olsalar bile türlü engellere maruz bırakılmaları hukuksuzdur, suçtur.

Toplumda cadı avına çevrilen algı operasyonlarına maruz bırakılmaları hukuksuzdur, suçtur.

En temel hak olan yaşam hakkına göz dikilerek “ağaç kökü yemeğe” yani ölmeye terk edilmek istenilmesi hukuksuzdur, suçtur.

Toplumsal yapıdan izole etmek, yaşamdan koparmak, tecrit etmek hukuksuzdur, suçtur.

Toplumsal barışa, birlikteliğe, ortak akla ve sol duyuya bu denli ihtiyaç duyduğumuz bir ortamda çağrımız her zaman dile döktüğümüz gibidir: KHK’lerinizi iptal edin. Arkadaşlarımızı bir an önce işlerine iade edin. Toplumu yönetenler olarak bu insanlara verebileceğiniz en büyük katkı budur. Aksi halde büyük insanlık nazarında da hukuk önünde de mahkum olursunuz. Yanlıştan bir an önce dönülmesi toplumsal huzurun vazgeçilmezidir. Önünde sonunda doğrusu olacak, adalet sağlanacak, arkadaşlarımızın tamamı işlerine iade edilecektir.

Buna inanıyoruz ve İŞİMİZE GERİ DÖNECEĞİZ diyoruz!”

 

TMMOB Yönetim Kurulu: Erzincan İliç Altın Madeni derhal kapatılmalıdır.

 

TMMOB Yönetim Kurulu’nun, 13 Şubat 2024 tarihinde Erzincan İliç’te bulunan Anagold Madencilik Sanayi ve Ticaret A.Ş tarafından işletilen Çöpler Kompleks Maden İşletmesinde meydana gelen toprak kayması üzerine  basın açıklaması:

ERZİNCAN İLİÇ ALTIN MADENİ DERHAL KAPATILMALIDIR!

Faaliyete girdiği 2008 yılından itibaren birbiri ardına ortaya çıkan çevresel felaketlerle sıklıkla gündeme gelen, Anagold Madencilik Sanayi ve Ticaret A.Ş tarafından işletilen Çöpler Kompleks Maden İşletmesinde gerçekleştirilen sömürge madenciliği ile yalnızca doğamız ve kaynaklarımız değil, yaşamlarımız da katlediliyor.

Faaliyete girdiği yıldan bugüne, mevzuat dolanılarak parça parça hazırlanan projelerle devasa nitelik kazanan Çöpler Kompleks Maden İşletmesinin yarattığı tahribat ve oluşturduğu tehlike Birliğimiz tarafından daha önce de pek çok kez kamuoyuna açıklanmış, açtığımız davalarda sunulan teknik raporlarla da ortaya konmuştur.

Her dilekçemizde, her açıklamamızda liç sahasında yaşanabilecek kayma defaatle vurgulanmış olmasına karşın; ne Bakanlık ne yerel idare ne de Mahkemece uyarılarımız dikkate alınmamış, göz ardı edilmiş, bugün yaşanan felakete yol açılmıştır.

2021 yılında “Çöpler Kompleks Madeni”nde kapasite artışı ve ek tesisler yapılmasına yönelik projeye verilen “ÇED Olumlu” kararının iptali istemiyle açtığımız davada; projenin çevre üzerinde yarattığı ve yaratacağı tahribat ifade edilmiş; siyanürlü altın madenciliği yönteminin barındırdığı riskler itibariyle vazgeçilmesi gereken bir yöntem olduğu, bölgenin depremsellik ve heyelan açısından tehlikeleri de ayrıntıları ile vurgulanmıştır. Tüm bunlara karşın üstelik yargılama sürerken tam da dilekçelerimizde belirtilen riskler gerçekleşmiş ve 2022 yılında siyanürlü solüsyon taşıyan borularda yırtılma neticesinde siyanürlü solüsyon SIZDIRMAZLIK ALANI DIŞINA taşarak çevresel tahribata neden olmuş olmasına rağmen, Mahkemece bilirkişi heyetine ve raporuna sunulan itirazlarımız, hukuka aykırılık iddialarımız karşılanmadan, yalnızca ÇED raporundan alıntılarla davanın reddine karar verilmiştir.

Karara yönelik temyiz istemi neticesinde ise Danıştay 6. Dairece “Nihai ÇED Raporunda veya proje tanıtım dosyasında yer alan kurum görüşlerine yer vermekten ziyade, taahhütlerin çevreye olabilecek etkilerinin teknik olarak incelendiği, tarafları tatmin edici ve adil bir yargılama yapılması açısından gerekliliktir.” gerekçesiyle eksik incelemeye dayalı Mahkeme kararının bozulmasına karar verilmiştir. Akabinde Mahkemece yeniden bir bilirkişi heyeti belirlenerek 6 Aralık tarihinde keşif gerçekleştirilmiş olup, dosya halen bilirkişi incelemesi aşamasındadır.

Kapasite artışına ilişkin ÇED Olumlu kararının iptali istemiyle açılan davanın yargılaması sürerken 21 Haziran 2022 tarihinde siyanür içerikli solüsyon taşıyan boru hattında oluşan yırtılma nedeniyle siyanürlü solüsyonun çevreye yayıldığı bölgede yaşayan halk tarafından fark edilmiş akabinde TMMOB tarafından da suç duyurusunda bulunulmuştur.

Madende yaşanan suça konu olayların ülke genelinde yaygın tepkilere yol açmasının ardından yetkililer tarafından ancak olaydan günler sonra bir açıklama yapılabilmiş; yaşanan felaketin üzerinden geçen 5 günün ardından ancak şirket hakkında para cezası uygulanmış “analiz sonuçlarına göre ise lüzum görülen alanlarda çevresel iyileştirme çalışmalarına devam edileceği” beyan edilmiştir. Ve yine ancak kamuoyunda tepkilerin büyümesi ve sürmesi ile yaşanan felaketin üzerinden geçen 6 günün ardından şirketin faaliyetlerinin durdurulmasına karar verilmiştir. Akabinde ise hiçbir şey olmamış gibi durdurma kararı kaldırılmış ve şirket faaliyetlerine devam etmiştir.

Savcılık tarafından ise yalnızca Anagold Madencilik Sanayi ve Ticaret A.Ş. ve yöneticileri hakkında “çevrenin taksirle kirletilmesi sonucu toprakta, suda, havada kalıcı etki bırakması” suçundan soruşturma yürütülmüş ve neticesinde taksirle işlenen suç bakımından gerekli ödeme yapıldığından kovuşturmaya yer olmadığına karar verilmiştir. Sürece ilişkin yetki ve sorumlulukları dolayısıyla Maden sahasını denetimle görevli Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü yetkilileri ve çalışanları ile projeye ilişkin ÇED Olumlu kararı, izin, ruhsat veren kurumlar ile yetkilileri hakkındaki şikayetlerimiz hakkında ise herhangi bir değerlendirme yapılmamış ve karar oluşturulmamıştır.

Yaratılan tahribat ortada olmasına ve Birliğimizde defaatle uyarıda bulunulmasına rağmen faaliyetlerin durması bir yana; 2023 yılında Çöpler Kompleks Madeni Açık Ocak Genişleme projesine ilişkin olarak ÇED Gerekli Değildir kararı verilmiştir. Bu karar karşı da Birliğimiz tarafından dava açılmıştır.

Dava dilekçesinde bir kez daha Altın madenciliğinde, liç işleminde kullanılan siyanür ve ortaya çıkacak diğer ağır metallerin çevre ve insan sağlığı için olumsuz etkiler yaratacak olası bir risk ve tehdit unsuru oluşturduğu; özellikle çok kuvvetli bir zehir olan siyanürün toprağa, suya ve havaya karıştığı zaman her türlü canlı açısından zararlı olduğu; dolayısıyla proses gereği atık barajlarına pompalanan siyanürlü atıkların, geçirimsiz olarak planlanan bu atık barajlarından oluşabilecek sızıntılar nedeniyle su kaynaklarına ve diğer kullanım alanlarına ulaşma olasılığı bulunduğu ve siyanürlü altın madeni işletilmesinde risk unsurunun ön plana çıktığı, ayrıca aynı risk sebebiyle bu bölgelerdeki flora ve faunanın da bozulma tehditi altında kaldığı bugüne değin yapılan çalışmalar, yargı kararları ve akademik raporlar ve esasında yaşanan çevre felaketleri ile kuşkuya yer bırakmayacak biçimde açıkça ortaya konduğu; yöntemin niteliği dolayısıyla; siyanür liçi yöntemi ile altın madeni işletilmesinde işletmeciye yahut denetim/izleme faaliyetlerine bağlı olarak risk olasılığının azalacağından söz etmenin olanaklı olmadığı ifade edilmiştir.

Dosyada yer alan tüm bilgi ve belgeler ve henüz 2022 yılında yaşananlar ortada olmasına karşın Mahkemece yürütmenin durdurulması hakkında dahi bir karar verilmemiş keşif ve bilirkişi incelemesi sonrasına bırakılmıştır. Dosyada son olarak 6 Aralık tarihinde keşif gerçekleştirilmiş olup bilirkişi incelemesi aşamasındadır.

Her iki dosyada da gerek dilekçelerde gerekse de keşif esnasında bilirkişi heyetine sunulan teknik beyanlarda liç sahasında yaşanabilecek kayma defaatle tarafımızca dile getirilmiştir. Fakat ne yetkili idarece ne de Mahkeme heyetinde ısrarla dikkate alınmamış faaliyetin devamına imkan sağlanmıştır. Neticesinde ise ne yazık ki ısrarla dikkat çekmeye çalıştığımız tehlike gerçekleşmiştir.

Bu yaşananların sorumlusu, faaliyeti yürütenler kadar yürümesine olanak sağlayan, izin verenler, ülkemiz kaynaklarının, doğamızın bir grup yabancı sermayenin çıkarları uğruna yağmalanmasına göz yumanlardır. İvedilikle sonuçlandırılması yasa ile zorunlu tutulan davaları sürüncemede bırakan, uzamasına neden olan, üzerinden yıllar geçmesine karşın halen yürütmenin durdurulması talebini dahi karara bağlayamayanlardır.

Bir kez daha sesleniyoruz; madenlerimiz ulusal ve uluslararası sermaye gruplarının yağma alanı olmaktan çıkarılmalı, İliç’te yaşanan felaketin tüm sorumluları yargı karşısında hesap vermeli, tüm ÇED kararları kararı iptal edilmeli ve işletme derhal kapatılmadır.

TMMOB Yönetim Kurulu 

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri: Unutmadık unutmayacağız sorumlulardan hesap soracağız.

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri Bayraklı Deprem Anıtı önünde 6 Şubat 2023 tarihinde gerçekleşen depremde yitirdiğimiz  canları andı,  saygı duruşunda bulundu ve basın açıklaması yaptı.

“Basına ve Kamuoyuna

6 ŞUBAT 2023 tarihinde gerçekleşen ve on bir ilimizi ve yüzlerce yerleşim merkezini etkileyerek, yüzbinin üzerinde insanımızın hayatını kaybetmesine, on binlerce insanımızın yaralanmasına, sakat kalmasına, yüz milyar doların üzerinde ekonomik zarara yol açan “Doğu Anadolu Depremlerinin” birinci yıl dönümünde, kaybettiklerimizi anmak için toplanmış bulunuyoruz.

 Anadolu topraklarından geçen tüm   kavimlerin, doğa kaynaklı afetler ve özellikle depremler ile boğuştuğunu tarihsel kayıtlardan biliyoruz. Bu nedenle,nüfusun yoğun olmadığı çağlarda, göçebe kültürünün etkisi ile yerleşik düzene geçemeyen halkların, din-tarım toplumu olmanın etkisi ile, doğa kaynaklı afetleri “tanrıların gazabı” olarak nitelendirmiş olmalarına elbette şaşırmıyoruz. Bizleri şaşırtan ve dehşete düşüren, Depremin oluş mekanizmasının çözüldüğü 20 ve 21. Yüzyılda, yaşadığımız topraklarda gerçekleşen 35 yıkıcı depremde,200 bininin üzerinde insan kaybına, milyarlarca dolar zarara rağmen hala ders çıkarmayan yöneticilerin sorumsuzluğu ve cehaletidir.

Doğa kaynaklı afetler konusunda geldiğimiz durum vahim, merkezi idarelerin aldığı tutum ise kaygı vericidir. Bir yıl önce gerçekleşen deprem, yerleşim alanı planlaması konusunda hala bir adım yol alamadığımızı, barınma amacı ile yapılan ama toplu enkaza dönüşen yapılarımızı yöntemli olarak denetleyemediğimizi göstermektedir. Ürkütücü olan ise, üzerinden bir yıl geçmesine karşın, bölgede çadırlarda ve konteynırlarda yaşam savaşı veren yoksul insanlarımızın içimizi sızlatan durumudur.

Sonuçları itibariyle “asrın felaketi” kelimeleri arasına sıkıştırılarak ”kadere” bağlanan afetin sorumluları ortada yoktur. Yaşamını yitiren yurttaşlarımızın yanında bir de “faili meçhul” kayıpların olması, ayakta kalma mücadelesi veren afetzede yurttaşlarımızın acısını neredeyse  isyana dönüştürmüştür.

Uygar ülkelerde, yıkım ve can kayıplarından sorumlu yetkililerin görevlerinden istifa etmeleri bir zorunlulukken, ülkemizde bu durum neredeyse bir terfi gerekçesi olmuş, afetin üzerinden bir yıl geçmesine karşın, sorumlu mevkilerde bulunan hiçbir kamu görevlisi sorumluluğu üstlenmemiş veya merkezi idare tarafından görevden el çektirilmemiştir.

Deprem sonrası yaşanan koordinasyon bozukluğu, bölgeye ulaşımda yaşanan güçlükler, yardım malzemelerinin vicdan ve sorumluluk sahibi STK lar, gönüllü kuruluşlar ve meslek örgütleri dışında zamanında yerine ulaştırılmaması, zorlu kış şartlarında yurttaşlarımızı çaresiz bırakmış, deprem, sel gibi doğa kaynaklı afetlerde yurttaşın üstünü örtecek çadırı sağlamakla yükümlü Kızılay, kendi sitesinden çadır satışı yaparak adeta fırsatı ticarete dönüştürme telaşına düşmüştür.

Yaklaşan yerel seçimler öncesi, yıkıma uğrayan kentlerde “yardım alma” koşulunu, “oy karşılığı” na bağlayan yönetim sisteminin bir sonucu olarak, ülkemizin yeni afetlerde düşeceği durum kürsüden, hem de en yetkili ağız tarafından itiraf edilmiştir:

”OY YOKSA,YARDIM DA YOK!”

Son 25 yıl içinde ülkemizin tamamında yapılan yer bilimsel çalışmaların sonuçları kaygı vericidir. Beş yüze yakın deprem üretme potansiyeli olan diri fayın var olduğu ülkemizde, kısa süre içerisinde veya uzun vadede ne zaman ve hangi noktalarda yıkıcı bir depremin olacağı ne yazık ki kestirilememektedir. O halde yapılması gereken şey, deprem zararlarını en aza indirecek güvenli alanlarda, mühendislik prensiplerine uygun yapı üretilmesi ve bu yapıların her aşamasının sürdürülebilir, etkin ve efektif bir sistem ile zemininden çatısına kadar denetlenmesidir. Oysa ülkemizde 1999 depremlerinden sonra 4708 sayılı Yapı Denetim Yasası ve uygulama yönetmelikleri ile yürürlüğe giren denetim sistemi, son depremde ortaya çıkan aksaklıklar göz önüne alındığında son derece yetersizdir.

Türkiye’de ilk deprem yönetmeliği 1939 Erzincan depremi sonrasında;1940 yılında yürürlüğe girmiştir. Bilimsel gelişmelerin yönetmeliklere yansıması elbette doğal kabul edilmelidir. Ancak, geçtiğimiz yüz yıl içinde yönetmelik 11 kez değişikliğe uğrarken bununla asimetrik olarak, “imar barışı” adı ile anılan 19 “imar affını” ve yıkılan binaların arasında ne kadarının imar affından yararlandığını öğrenmek istiyoruz.

Doğa kaynaklı afetleri gerekçe göstererek, bu durumu fırsata dönüştürme çabalarının  giydirilmiş adı, mevcut hali ile “kentsel dönüşüm” ütopyasıdır. Yoksul insanların yaşamları boyunca elde ettikleri tüm birikimlerini kullanarak, aç kalma pahasına satın alıp, başlarını soktukları konutların, afet güvensiz alanlarda, denetimden yoksun  ve “çürük” yapılmasının sorumlusu kendileri değil, mevcut sistemdir. Anayasa ile güvence altına alınmış barınma hakkı, yurttaştan alınıp beton lobilerine teslim edilemez.

İzmir emek ve demokrasi güçleri, dün olduğu gibi bugün de halkının yanında, üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmeye devam etmektedir. Yıkılan her binanın, kaybolan her canın, yetim ve öksüz kalan her çocuğun acısını yüreğimizde hissediyoruz. Başta 6 şubat depremleri olmak üzere, doğa kaynaklı afetlerde yaşamını yitirmiş yurttaşlarımızı saygı ile anıyor, depremlerin kırıma dönüşmediği bir ülkede, barış içinde, kardeşçe  yaşamak istiyoruz.

Basına ve kamuoyuna saygı ile…”

 

İzmir Kadın Platformu: Güvenli kentler, güvenli yaşam istiyoruz. Unutmuyoruz, affetmiyoruz, helalleşmiyoruz..

 

İzmir Kadın Platformu  6 Şubat depreminin yıldönümünde  Türkan Saylan Kültür merkezi önünde toplanarak, Alsancak Garı önüne kadar yürüdü  ve  basın açıklaması yaptı. Kadınlar,  “Unutmak ok affetmek yok helalleşmek yok”, “Deprem değil bu katliam, Kızılay -AKP halka hesap verecek”, “Dikmece halkı yanız değildir”,  “AKP’ den hesabı kadınlar soracak” , “Güvenli kentler güvenli yaşam” “Taleplerimizi hep birlikte her yerde haykırmaya devam ediyoruz.” sloganlarını attı.  Kadınlar  basın açıklamasını yaptıktan sonra topluca Bayraklı Deprem Anıtı önünde İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri tarafından düzenlenen basın açıklamasına  katıldı.

Açıklama metni :

Basına ve Kamuoyuna

6 Şubat 2023 tarihinde 11 ilde etkisini gösteren ve iktidar eliyle bir katliama dönüştürülen depremin üzerinden tam bir yıl geçti. Bir yılın ardından bölgede yaraların hala sarılmadığı, halkların sağlıklı bir yaşama kavuşmadığı bir tablo ile karşı karşıyayız.

Depremin ilk olduğu anlardan itibaren saatlerce, günlerce arama kurtarma ekipleri bölgeye gelmedi. İnsanlar enkaz altında ölüme mahkum edildi. Kendi imkanlarıyla yaşamını kurtaranlara ne bir çadır sağlandı ne de içecek bir su verildi. Halktan halka dayanışma köprüleriyle birbirimizin elinden tutmaya çalıştık. Gerek tırlar dolusu malzemeler ile gerek direk deprem bölgesine giderek oralarda çalıştık ve dayanışma köprülerine ayak olduk. Deprem bölgelerinde temiz suya, gıdaya, hijyene ihtiyaç tavan yapmışken, kadınlar ev içlerindeki toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini daha da ağır biçimde çadırlarda, bulunduysa konteynerlarda yaşarken, ciddi bir barınma krizi olduğu için kadınlar şiddet ve istismar failleriyle aynı çadırlarda kalırken, AKP MHP iktidarı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, deprem bölgesinin sorunlarını dile getirenlere hakaret etmekle, Kızılay çadırlarını halka satmakla meşguldü. İktidarın ayrımcı ve sermayeden yana politikaları sonucu yüzbinlerce insan hayatını ve kaybetti ve hala daha fazlası yaşamsal sorunlarla burun buruna.

Depremden sağ bir şekilde kurtarılan ama sonrasında haber alınamayan binlerce insan olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız. Bir yıl geçmiş olmasına rağmen akıbeti belli olmayan insanlar var. Ve bu dönemde yüzlerce çocuğun tarikatlara gönderildiğine dair haberleri hep birlikte okuduk. Aynı zamanda depremzedeler arasında kimlik ve inanç ayrımcılığına da birlikte şahit olduk. Özellikle Hatay’da yaşayan Alevi nüfusu tam anlamıyla görmezden gelen, üzerine daha fazla saldırmaya çalışan bir iktidar politikası bu. Depremin üzerinden birkaç ay geçmişken Hatay Dikmece köyünde, insanların geçim alanı olan yüzyıllık zeytin ağaçlarına göz dikildi ve acele kamulaştırma kararı alındı. Başta Dikmeceli kadınlar olmak üzere Dikmece halkı aylardır bu saldırıya karşı mücadele ediyor, zeytinliklerine sahip çıkıyor.

Depremden sonra birçok kadın işsiz kaldı, bir kısmı ise hamileyken işe çağrıldı.  Yoksulluk öyle ciddi boyutlarda ki 3 bin liralık kira yardımını alabilmek için çadırda kalmayı tercih edenler, üç kuruş kazanabilmek için temizliğe giden kadınlar var.

Çocuklar çadırlarda telefon ışıklarında ders çalışıyor. Hala doğru düzgün okul yok, olanlar ise 45-50 kişilik mevcutlarla ders işlemeye çalışıyor.

Bugün geldiğimiz noktada dönemin Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı ve şuanda Cumhur İttifakının İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Murat Kurum, geçen sene 50.000 dedikleri ölüm rakamının bugün 130binler olduğunu söylüyor. Yine depremin yıldönümünde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Hatay’da gerçekleştirdiği konuşmasında “merkezi yönetim ile yerel yönetim el ele vermezse oraya hiçbir şey gitmez, bakınız Hatay garip kaldı” diyerek deprem döneminde nasıl tutum aldığını itiraf ediyor, halkları tehdit ediyor.

Biz kadınlar güvenli bir yaşam ve güvenli kentler için mücadelemize daha fazla sarılmaya devam edeceğiz. Afetin ötesinde bir katliam yaşadığımız gerçeğini unutmayacağız. Bugün bu açıklamayı yine bir deprem bölgesi olan İzmir’de gerçekleştiriyoruz. 30 Ekim 2020 yılında yine etkisi çok olan bir depremi burada yaşadık ve her an kitlesel yıkıma varabilecek bir deprem ihtimali altında yaşıyoruz. İzmir’de üç yıldır yapılmayan okullar yüzünden okullar birleştirildi. İki hatta üç okul tek bir binada eğitim görüyor. Eğitimin kalitesi giderek düşüyor. Aynı zamanda çocuklar yaşadıkları yerlerden uzaktaki okula gidebilmek için üç araç değiştirmek zorunda kalıyorlar.

Peki olası bir depremin yıkıcı boyutlara ulaşmaması için neler yapılıyor? Çürük binalara imar affı verilmesi son bulması, para uğruna uygun olmayan zeminlere bina dikilmesine son verilmesi, sağlıklı yaşam alanları, güvenli kentler inşa edilmesi gerekmektedir. Merkezi ve yerel yönetimlere sesleniyoruz.

Biz kadınlar, haklarımıza ve hayatımıza sahip çıkıyoruz. İnsanların ve doğanın sermayedarların daha fazla zenginleşmesi için peşkeş çekilmesine karşı, kentsel dönüşüm adı altında rantsal dönüşüm peşinde olanlarla hesaplaşmaya devam edeceğiz.

Depremden sağ çıkartılan ama sonrasında akıbeti belli olmayan binlerce insanın, çocuğun akıbeti araştırılsın, sorumlular tek tek hesap versin.

Deprem bölgelerinde temiz su ihtiyacı çözülsün, halkların sağlıklı bir yaşama kavuşması sağlansın.

Faillerle aynı çadırlarda yaşamak zorunda kalan kadınlara barınma imkanı sağlansın.

Kadın hastalıklarıyla ilgili ücretsiz ve kapsamlı taramalar yapılsın.

Eğitim hakkı elinden alınan çocuklara, gençlere parasız, nitelikli eğitim sağlansın.

Ücretsiz psikolojik destek noktaları kurulsun.

Deprem bölgesindeki tüm üniversiteli kadınlara kyk bursu sağlansın.

Bakım emeği toplumsallaştırılsın. Ücretsiz kreş, yaşlı bakım evi, çamaşırhaneler açılsın.

Elektrik kesintilerinin son bulması, yangınların önüne geçilmesi için etkili çalışma başlatılsın.

Şehir içinde yaşanan ulaşım sorunu acilen iyileştirilsin.

Zeytinliklere, arazilere, tarlalara istimlak adı altında el koyma yasaları kaldırılsın.

İstihdam sorunu yaşayan tüm kadınlara güvenli ve güvenceli iş imkanı sağlansın.

Tüm depremzede yurttaşlar için insanca temel gelir güvencesi sağlansın.

Özel okullara teşvike ayrılan bütçeler, kamusal eğitim için ayrılsın. Yerel yönetimler ve merkezi idare çocukların ücretsiz servis ihtiyacını karşılasın.

İmar aflarından çürük binalar yapanlara, insanları bile bile ölüme terk edenlerden halka çadır satanlara, halklara ölüm ve zulüm düzeninden başka bir şeyi reva görmeyenlere kadar bu katliamda sorumluluğu olan herkes tek tek yargılansın.

Kadınlar olarak depremzede kadınların, halkların taleplerini her yerde, her zaman haykırmaya devam edeceğiz. Yeni bir katliama dönüştürülen afetler yaşamamak için, 6 Şubat’ın hesabının sorulması için biz kadınlar mücadeleye devam edeceğiz.

İzmir Kadın Platformu”

 

 

KESK-Eğitim-Sen 2 No’lu Şube: İktidara çağrımız KHK’li kamu emekçilerinin işlerine dönmesinin sağlanması ve hukukun, demokrasinin uygulanmasıdır.

Kesk-Eğitim-Sen 2 No’lu Şube  oturma eyleminin  279.  haftasında  halkın iradesiyle seçilen milletin vekili Can Atalay’ın  vekilliğinin düşürülmesinin  hukuk dışı ve meşru olmadığını, iktidarın  sermayeden yana emek karşıtı politikalarına karşı,  laik demokratik eğitim, KHK hukuksuzluğuna, adaletsizliğe karşı,   eşitlik, özgürlük, demokrasi, hak ve adalet  taleplerini  belirten basın açıklamasını Karşıyaka Çarşı girişinde  yaptı.

Basın açıklamasını Eğitim-Sen 2 Nolu Şube Başkanı Zeliha Danyeli okudu.

“Basına ve Kamuoyuna

İktidarın muhalif kesimlere, sendikal faaliyetlere, basın emekçilerine, emek ve meslek örgütlerine yönelik saldırıları devam ediyor. İktidar, toplumsal muhalefeti bastırma ve sindirme aracı haline getirdiği yargı eliyle Anayasa’yı ve hukukun asgari normlarını dahi yok saymaktadır. Dün TBMM’de Yargıtay’ın kararının okunması ile TİP Hatay Milletvekili Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesi hukukun, demokrasinin, temel hak ve özgürlüklerin yok sayıldığı bir kez daha gözler önüne serilmiştir. İktidarın hayata geçirdiği; sermayeden yana, emek karşıtı politikalar, ülkedeki milyonlarca işçi, emekçi açısından insanca çalışma ve insanca yaşama koşullarını ortadan kaldırmıştır. Her geçen gün artan yoksulluk, işsizlik ve güvencesiz çalışma koşullarına, demokratik haklara yönelik saldırılara karşı; emek, demokrasi ve barış mücadelesinde ısrar etmeye; hak, hukuk ve adalet için sesimizi yükseltmeye devam edeceğiz.

İklim krizi, ekolojik yıkım, felaketler, salgınlar, neo liberal ekonominin içinde bulunduğu kriz emekçileri, kadınları, mültecileri, öğrencileri, lgbti+’ları her geçen gün daha da yoksullaştırıyor. Gelir adaletsizliğin bu kadar keskinleştiği, canlıların yaşam olanaklarının sermayeye peşkeş çekildiği yani yaşamı tehdit eden bütün politikalara karşı biz KESK’ li emekçiler “Sermaye’ ye Değil Emekçiye Bütçe” diyoruz.

Türkiye’ de AKP-MHP iktidarı anayasa değişikliği yaparak devleti yeniden inşa etmeye yönelik fiili uygulamalar ve politikalar üretiyor. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğini daha da derinleştirmek, Anayasa ve Medeni Yasa gibi temel yasaların eşitlikçi içeriği ortadan kaldırılmak isteniyor. İstanbul Sözleşmesini fes eden iktidar şimdi de nafaka hakkını, 6284 sayılı şiddet yasasını tartışmaya açarak kadınların kazanılmış haklarına göz dikilmektedir. Söylemleri ve uyguladığı politikalarla kadınların hayatları ve emekleri değersizleştiriliyor. Şiddet, mobing ve taciz davalarına uygulanan cezasızlık ve ceza indirimi politikaları, kadın ve lgbti+ düşmanlarını cesaretlendiriyor. Bütün bu nefret politikalarına karşı biz KESK’li emekçiler “ Nefrete İnat Yaşasın Hayat” diyoruz.

AKP-MHP iktidarı karma eğitimi hedef alarak ve ÇEDES gibi projelerle eğitim dinselleştirmek istiyor, kurmayı hedeflediği şeriatçı toplumu oluşturmak için eğitimi araç olarak kullanıyor. Bugüne kadar eğitim alanında Millî Eğitim Bakanlığı ile Diyanet İşleri Başkanlığı, dini vakıf ve dernekler arasında çok sayıda iş birliği protokolü imzalanmış, okullarda hayata geçirilen ortak projeler üzerinden eğitimi dinselleşme süreci hızlandırılarak laik eğitim ve demokratik yaşama temelden aykırı adımlar atılmıştır. Devletin üstlenmesi gereken çocuklarımızın kamusal eğitim hakkını hatırlatarak ve eğitimin dinselleştirilmesine karşı biz KESK’li emekçiler “Laik, Bilimsel, Anadilde Eğitim” diyoruz.

Biz KESK‘li emekçiler sömürüye karşı emeği, savaşa karşı barışı, talana karşı doğayı, nefrete karşı yaşamı savunduğu için iktidar her zaman örgütlülüğümüze hedef almıştır ve saldırıları hız kesmeden devam ediyor. Halfeti’de Roboski Katliamı’nın 12. yıldönümünde paylaşımları gerekçe gösterilerek üç üyemiz hakkında soruşturma başlatılmış ve üyelerimiz il içinde sürgün edilmiştir. 15 Temmuz sonrası ülke KHK larla yönetilmeye başlandı. KHK larla hiçbir gerekçe gösterilmeden kamu emekçilerinin işlerine son verildi. Darbe girişimini fırsata çevirmek için her türlü imkanı kullanan iktidar 29 Ekim 2016 tarihinde çıkarılan bir KHK ile Konfederasyonumuz KESK’e yönelim de iyice açığa çıktı. Bir çok üyemiz kamudaki görevlerinden ihraç edildi. Hukuk askıya alındı ve KHK lar kalıcı yasalara dönüştürülmeye başlandı. Bu durum anayasaya aykırı olmasına rağmen kamudan yüzbinleri aşan ihraçlar yaşandı, ihraç edilenleri açlığa teslim etme politikası yürürlüğe kondu. İhraç edilenler ile ilgili hiçbir gerekçe gösterilmedi. İhraç edilen kamu emekçileri ile beraber aileleri de cezalandırılmak istendi. Konfederasyonumuz KESK mücadele tarihine bakıldığında, geçmişten bugüne darbelere karşı mücadele etmiş ve her daim darbenin karşısında durmuş ve demokrasi mücadelesi vermiştir. Fakat her zaman darbeyi fırsata çevirenler muhalefete ve KESK geleneğine karşı darbenin bütün yöntemlerini denemişlerdir. Bizler KESK olarak her türlü darbe ve antidemokratik duruma karşı, şartlar ne olursa olsun, ilkeli mücadelemizden taviz vermeyeceğiz. Burada bir kez daha uyarıyoruz. Demokrasiyi ve hukuku rafa kaldıranlar şunu iyi bilsinler ki demokrasi ve hukuka en fazla onların ihtiyacı olacak. Buradan iktidara çağrımız bir an önce bu yanlıştan vazgeçilip kamu emekçilerinin işlerine dönmesinin sağlanması ve hukukun, demokrasinin uygulanmasıdır. KHK’lar gidecek biz kazanacağız!

İzmir Kesk Kadın Meclisi: İstanbul Sözleşmesi’nden eşit ve özgür yaşam mücadelemizden vazgeçmeyeceğiz..

Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) Kadın Meclisi  kadın cinayetleri ve kadına yönelik şiddetle ilgili Eğitim-Sen 1 No’lu Şube salonunda basın toplantısı yapı.

“BASINA VE KAMUOYUNA

Ataerkil güç ilişkilerinden beslenen erkek şiddeti her gün daha vahşi yöntemlerle can almaya devam ediyor. Cezasızlık politikasından ve iktidarın kadın düşmanlığından cesaret alan erkek failler her gün en az 3 kadını katlediyor. Kadınlar her gün  evde, işte, sokakta, erkek-devlet şiddetine maruz kalmakta ya da şiddet tehdidi altında ölümle burun buruna yaşamlarını sürdürmektedir. Kadınların can güvenliğinin olmadığı bir atmosferde,  iktidar kadına yönelik şiddeti önlemek ve kadın kazanımlarını geliştirmek yerine, kadın düşmanı politikaların sürdürücüsü olmaya devam etmektedir.

24 Ocak Çarşamba günü İzmir’de;

  • Levend Macu, ayrıldığı Suzan Ediz’in evine girerek Suzan Ediz’i yaralıyor. Suzan Ediz’in 12 yaşındaki kızı Behiye Ediz’i öldürüyor.
  • Ege Üniversitesi’nde öğretim görevlisi Doç. Dr. Yusuf Yılmaz, 4 yaşındaki kızı Linda Yılmaz’ı ve kayınvalidesi Dilek Uzelli’yi tabancayla öldürüp, boşanma aşamasında olduğu Katip Çelebi Üniversitesi Öğretim Görevlisi Doç. Dr. Derya Uzelli Yılmaz’ı ağır yaralıyor. Kardeşinin sosyal medyadan yaptığı açıklamada Yusuf Yılmaz hakkında defalarca şikayette bulundukları, uzaklaştırma kararı olmasına rağmen kararı dinlemediği, tehditlerine devam ettiği, tüm mercilere yapılan şikayetlere rağmen gerekli önlem alınmadığı, saldırı günü Derya Uzelli’nin yüzüne kezzap atmaya çalıştığı ve sakat bırakmak amacıyla iki ayağını da defalarca kurşunlayarak ağır şekilde yaraladığı belirtiliyor. Yusuf Yılmaz’ın üzerinden 4 ruhsatsız tabanca çıkıyor.

Erkekler artık sadece öldürmek istediği kadınları değil,  annesini ve kızını da öldürüyor.

Şiddet boyut atlıyor ve iktidar bu cinayetleri önlemek için bir şey yapmıyor.

Yine 25 Ocak Perşembe günü;

  • Yedikule Göğüs Hastalıkları Hastanesi’nde Semih Erduhan isimli doktor tarafından cinsel saldırıya uğrayan kadın arkadaşımızın davasında, sanığın tüm iddialarının boşa çıkarılmasına rağmen son görülen celsede savcı mütalaasında sanığın beraati isteniyor ve delillere rağmen fail beraat ediyor.

Cinsel şiddet kadınlar için en zor şikayete dönüşen ve tüm süreçlerde hem psikolojik hem de bedensel en zor başa çıkılabilecek durumken bir kez daha görüyoruz ki, evde, sokakta, işyerinde sistematik erkek şiddetinin türlü biçimlerine maruz bırakılıyoruz, her yer her mekan,  kadınlar için şiddet ve suç mahalline dönüşmüş durumda. Yargı, failleri kolluyor, hatta cezasız bırakarak neredeyse ödüllendiriyor.

Bunlar yaşanan son örnekler.

Ataerkil egemen sistemin; eğitimde, medyada, iş yerinde ve gündelik hayatın her alanında yeniden ve yeniden üretildiği Türkiye’de, siyasi iktidarın kadına ve çocuğa karşı işlenen suçları cezasız bırakan mevcut şiddet dili ve politikaları, şiddeti ve ayrımcılığı kurumsallaştırmakta, failleri cesaretlendirmektedir. Öyle ki siyasi iktidarın, özellikle son 10 yılda kadın ve çocuk haklarının gaspına yönelik mevcut gerici politika ve uygulamaları ile AKP-MHP iktidarının yeni ittifaklarıyla birlikte çocuk ve kadına yönelik şiddet ve istismarın önünü açan söylemleri, bu son örneklerdeki gibi acı durumların yaşanmasına neden olmaya devam edecektir.

AKP-MHP iktidarının yeni ittifaklarını yanına alarak kadın düşmanlığına hız verdiği, İstanbul Sözleşmesi’nden çıktığı, 6284 Sayılı Kanun’u tartışmaya açtığı koşullarda iyice derinleşen toplumsal cinsiyet eşitsizliğine, yargının kadına yönelik şiddet davalarında cezasızlığı ve erkekten yana tutumu eklendiğinde devlet, kadına yönelik şiddetin faili değilse azmettiricisidir.

Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin en ağır sonuçlarından biri olan kadına yönelik şiddet, Türkiye’de gün geçtikçe kadınların yaşamını daha fazla kuşatma altına almaktadır. Devlete önleme, koruma, etkin soruşturma sorumluluğu yükleyen İstanbul Sözleşmesi’nin feshiyle erkek egemen zihniyetin hâkim kılınması sistematik erkek şiddetini daha da tırmandırmıştır.

Kadın katliamına varan kadın cinayetlerinin en önemli nedenlerinden biri, koruyucu ve önleyici tedbirleri hayata geçirme yükümlülüğü bulunan iktidarın sorumluluklarını yerine getirmemesidir. İktidar; kadınların ve toplumun tüm haklı itiraz ve protestolarına rağmen İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesi başta olmak üzere, kadın erkek eşitsizliğini savunan söylem ve uygulamalarla, kadına yönelik erkek şiddetini ve ayrımcılığı derinleştiren politikalarla, birbiri ardına yaşanan kadın cinayetlerine zemin yaratmaktadır. Bununla birlikte erkek şiddeti yargılamalarında izlenen cezasızlık politikası, faillere yönelik iyi hal ve haksız tahrik indirimleri kadına yönelik şiddetle mücadeleye ket vurmakta, erkek şiddetinin artmasında önemli bir rol oynamaktadır.

Nitekim kadınlara ve LGBTİ+’lara yönelik erkek şiddetine yönelik cezai ve başka hukuki yaptırımları önlemeyi zorunlu kılan İstanbul Sözleşmesi’nden çekilerek ağır yaptırımlar içeren suçların önünü açmıştır. Özellikle son yıllarda kadın kazanımlarının tırpanlanması, yasal kazanımların geri çekilmesi veya yasal hakların fiili engellemeleri üzerine kurulu bir siyaset izlemektedir.

Kadına yönelik şiddet ve bir şiddet biçimi olarak kadın cinayetleri politiktir, çünkü şiddeti önlemede ve şiddet mağdurunu korumada devletin yükümlülükleri vardır. AKP iktidarı boyunca gerek yasal düzenlemeler gerek ise şiddeti meşrulaştıran her türlü söz ve davranışı ile kadına yönelik şiddetin tırmanmasında aktif rol oynamaktadır.

İstanbul Sözleşmesi’ni feshedenler, sözleri ve eylemleri ile toplumda kadına yönelik şiddeti meşrulaştıranlar, bu saldırıların, yaşanan cinayetlerin ortağıdır.

Kadına yönelik suçlarda; erkek egemen yargıya, bizlere “SUS” diyen sisteme karşı mücadelemiz devam edecektir. İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçmiyoruz!

Yılmadan ve bıkmadan yıllardır söylediğimizi buradan bir kez daha ifade ediyoruz; “Kadına Yönelik Şiddet, Kadın Cinayetleri Münferit Değil, Politiktir“.  Bu şiddeti önlemenin en önemli yolu, toplumsal cinsiyet eşitliğinin yaşamın her alanında sağlanmasından geçer.  İstanbul Sözleşmesi’nin tüm maddeleriyle birlikte hayata geçirilmesinden, caydırıcı yargı kararlarından, yeterli sayıda sığınma evinin açılmasından ve iktidarların şiddeti besleyen gerici, militarist, kadın düşmanı ayrımcı politikalarından vazgeçmesinden geçer.

Tam da bu nedenlerden, İstanbul Sözleşmesi’nin feshinin iptalini, şiddet ve tacizle mücadelede önemli bir araç olan ILO’nun 190 Sayılı Sözleşmesi’nin bir an önce imzalanmasını istiyoruz. Tacizin, mobbingin, şiddetin tüm biçimlerine karşı evde, sokakta, işyerlerimizde mücadelemizden vazgeçmeyeceğiz. “İstanbul Sözleşmesi yaşatır!”, “ILO 190 İş Yaşamında Şiddet ve Taciz Sözleşmesi” imzalansın diyoruz.

Erkek aklıyla örgütlenmiş kadın düşmanı politikaların sonucunda şiddete uğrayan, yaşamdan koparılan her bir kadın arkadaşımız bizler için her zamankinden daha fazla isyan ve mücadele gerekçesidir.

KESK İzmir Kadın Meclisi olarak, kadın düşmanı karanlık zihniyete karşı, İstanbul Sözleşmesi’nden yaşamlarımızdan, haklarımızdan eşit ve özgür yaşam mücadelemizden vazgeçmeyeceğimizi bir kez daha ifade ediyoruz. Kadına yönelik şiddeti de, şiddeti meşrulaştıran zihniyeti de kabul etmiyoruz. Yaşamın her alanında kadın mücadelesi ve kadın dayanışması ile eşit ve özgür bir toplumu hep beraber inşa edeceğiz.

SUSMUYORUZ, KORKMUYORUZ, İTAAT ETMİYORUZ!

JİN JİYAN AZADİ! KADIN YAŞAM ÖZGÜRLÜK!”