YENİ DÖNEM ÖĞRENİM KATKI BURSU DUYURUSU

ÖĞRENİME KATKI BURSU DUYURUSU

2025-2026 Öğrenim Yılı “Öğrenime Katkı Bursu” için başvurular  25 Ağustos’ta başlayacak  10 Eylül de sona erecektir.

İzmir’de ikamet eden ya da bu ilde öğrenim görecek olup ta başvuracak olanların saat 13.00-15.30 saatleri arasında Derneğimize bizzat gelerek form doldurmaları gerekmektedir.

Bu iller dışından başvurular internet üzerinden imecedostluk@gmail.com e-posta adresine yapılacaktır.

İMECE-DER Yönetim Kurulu.

İmece Dostluk Dayanışma Derneği (İmece-Der)

859 Sokak Vatan İşhanı No:602 Kat:6 Konak/İZMİR
Telefon: 0 232 854 02 94 – 0 536 402 06 28
E-Posta: imecedostluk@gmail.com

www.imece-der.com

İMECE-DER ÖĞRENCİ BİLGİ FORMU

Kimlik Fotokopisi-Kimlik Bilgileri

Okul Bilgileri

Devam ettiğiniz ya da mezun olduğunuz lisenin
Adı:
İl ve İlçesi:
Bitirme yılı:
Bitirme Dereceniz:
Üniversiteye hazırlıkta dershaneye devam ettiniz mi?

Bazı derslerden özel ders aldınız mı?
Dershanenin Adı:

Devam Edeceğiniz Üniversite ve Fakülte Adı:

Bölümünüz:
Kaçıncı sınıf:
Okulunuz kaç yıllık öğrenim veriyor?
Gündüzlü mü?
2. Öğrenim mi?
Devam edeceğiniz okulun bulunduğu

İl :
llçe:

Öğrenim sırasında kalacağınız yer:
Aile    Yurt      Akraba    Arkadaş    Diğer:
Öğrenim Sırasında kalacağınız adres:
Kaldığınız yer için ödeme yapıyorsanız aylık toplam tutarı:

Aile Bilgileri
Anne-baba durumu:
Beraberler      Boşanmış      Baba vefat     Anne Vefat
Ayrı iseler kiminle yaşıyorsunuz?
Adı, soy adı:
Mesleği
Sosyal Güvenlik kurumu SSK    ES    Bağ-Kur
Birlikte yaşadığınız ebeveynin adı-telefon numarası:
Kardeş Sayısı (siz dahil):
Okumakta olan kardeş sayısı (siz dahil):
Devam ettikleri okullar ve sınıfları:

Evin geçimini kim sağlıyor? Baba     Anne    Diğer
Bakmakla yükümlü olduğu kişi sayısı:
Ailenin oturduğu ev kira mı?
Kira ise tutarı:
Eve giren gelir toplamı:
Ailenin başka geliri var mı?
Aile akraba ya da başka bir yerden maddi katkı alıyor musunuz?
Alıyorsanız nereden ve tutarı:
Anne ya da babanızın vefatıyla size bağlanan bir maaş varsa tutarı:
Burs aldığınız kurumlar varsa kurum adı ve burs tutarları:

Sağlık sorunuz var mı (kronik hastalık) ?
Kan grubunuz:
Aileniz ve sizin üyesi olduğunuz dernek, sendika..vb  var mı?

Sizinle ilgili ulaşabileceğimiz yakınınızın adı-soyadı, iletişim bilgileri

En son okuduğunuz kitaplar:

Hobileriniz; ilgi ve çalışmayı dilediğiniz alanlar:

Cep tlf, watsapp, signal  kullanıp kullanmadığınız; varsa;

E-posta…vb adresiniz:
Cep Tlf No:

İmece-Der’ i tanıyor musunuz, tanıyorsanız nereden?

İmece-Der’e ilk başvurunuz mu?

Bize ulaşmanıza vesile olanlar ( burs alanlar, aileniz, akrabanız, internet taraması..)

Size ulaşamadığımızda ulaşabileceğimiz kişilerin isim ve tlf numaraları:

Belirtmek istediğiniz özel durumlar-notlar:

İmece çevresinden size referans olabilecek kişi(ler)nin adı soyadı (doldurulması zorunludur):

Verdiğim bilgiler bilgilerin tam ve doğrudur; durum değişikliği olursa anında bilgi vereceğimi kabul ediyorum.

Tarih

İsim Soy isim

 

İmza

Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) İzmir 1 ve 2 Nolu Şubeleri:Bayraklı Şehir Hastanesindeki yaşanan sorunlarla ilgili taleplerini açıkladı.

 

Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) İzmir 1 ve 2 Nolu şubeleri,  Bayraklı Şehir Hastanesi’nde yaşanan sorunlara ilişkin sendikanın 1 Nolu Şubesinde basın toplantısı gerçekleştirdi. SES İzmir 2 No’lu Şube Eşbaşkanı Başak Edge Gürkan basın metnini okudu.

 

“BASINA VE KAMUOYUNA

Bilindiği gibi Bayraklı Şehir Hastanesi de diğer şehir hastaneleri gibi Sağlıkta Dönüşüm Programının bir parçası olan Kamu Özel Ortaklığı Kanununa dayanan Yap-İşlet-Devret modeliyle açıldı.

Şehir Hastanesinin açılmasının ardından başlayan “Sağlık sistemi çöktü” isyanları hem sağlık emekçileri hem de sağlık hizmetine ulaşmaya çalışan vatandaşlar için her geçen gün büyümektedir.

Bilindiği gibi kamu kaynaklarının özel şirketlere aktarılması amacıyla hazine arazilerinin yapımcı şirkete bedelsiz devri, yurt içi ve yurt dışı finans kuruluşlarından hazine garantili kredi imkanları da sağlanarak, yapımı tamamlandıktan sonra Sağlık Bakanlığı tarafından %70 doluluk kapasitesi garanti edilerek, 25-49 yıllığına kiralanmakta; hastaneyi yapan şirket inşaattan kar ederken, yıllardır sağlıkta reform söylemleriyle kamudan koparılmaya çalışılan sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi toplum sağlığında ciddi yaralar açmaktadır. Giderek zorlaşan çalışma koşulları altında ezilen sağlık emekçileri hizmet üretemez hale gelmekte, hastalar randevu alamamakta, ameliyatlar yapılamazken yoğun bakımlarda yer bulunamamaktadır.

Yurtdışına gidenler, istifa edenler, intihar edenler, hasta veya yakını tarafından şiddete uğrayanlar, geçinemediği için ek iş yapanlar, kötü çalışma koşullarına bağlı artan akut ya da kronik fiziksel ve psikolojik rahatsızlıklar, evde bakımlarından sorumlu oldukları çocukları ya da yaşlılarıyla ilgilenemeyen sağlık emekçileri olarak bozulan halk sağlığının merkezinde yer almaktayız.

Yeni varyantlarıyla devam eden pandeminin süren kalıcı etkileri ise tartışılamaz.

İzmir öznelinde baktığımızda Bayraklı Şehir Hastanesinin açılması ile beraber Şehir Hastanesine taşınan hastanelerde ameliyathane, poliklinik ve bazı kliniklerin kapanması, personel, malzeme ve yatak yetersizliği vb sorunlar kriz haline gelirken, diğer hastanelerde de hasta başvurularının ve yatışların artması nedeniyle artan iş yükü kaosa dönüşmüştür.

Şehir Hastanesi açılması sürecinde Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası 1 ve 2 Nolu Şubeler olarak İzmir İl Sağlık Müdürlüğü ile görüşmelerimizde “kapanacak hastane var mı? Personel istihdamı çözüldü mü?” gibi sorularımız hep “sorun yok” şeklinde yanıtlanmıştı. Oysa Ocak dönemi il dışı tayin münhal kadrolarında şehir hastanesine 500 hemşire kadrosu açılmıştır. Soruyoruz, bir hastane bu kadar yüksek hemşire ihtiyacı varken nasıl açılmıştır?

Ne yazık ki hiç kimsenin hiçbir şey bilmediğini, liyakatsizliğin diz boyu olduğunu, Şehir Hastanesinin inşaatını yapan şirkete acilen para aktarmak için açıldığını, diğer hastaneleri kapatmasalar da işlevsizleştirdiklerini, vatandaşın sağlık hizmetine ulaşamamasının umurlarında olmadığını yaşayarak görmekteyiz.

Şehir hastanesinin açılabilmesi için il genelinde tüm hastanelerden idarelere dahi sormadan görevlendirmeler yapılmış, şehir hastanesinin açılması uğruna diğer hastaneler işlemez hale getirilmiştir. Görevlendirmeler sebebiyle tüm hastanelerde personel yetersizliği artmış, nöbet listeleri dönmeyince de ya aylık nöbet sayıları bir insanın çalışabileceğinden çok sayılara çekilmiş (bazı hastanelerde ayda 10-11 nöbet) ya da nöbetçi ekipteki kişi sayıları düşürülmüştür ve aynı hizmetin devam etmesi istenmiştir. Buna bağlı olarak sağlık emekçilerine daha fazla angarya çalışma yüklendiği gibi aynı zaman da diğer hastanelere başvuran hastalar için sağlık hizmeti de aksamaktadır.

Geçici görevlendirmelerin neye göre ve nasıl yapıldığı bilinmemektedir. Bir gece sosyal medya üzerinden personel görevlendirildiğini öğrenmiş ve yazılı bir tebligat yapılmadan şehir hastanesinde başlaması istenmiştir. 2 aylık sürenin sonunda rotasyon şeklinde geçici görevlendirilenin değişmesi gerekirken görevlendirmeler keyfi şekilde uzatılmıştır. Bazı görevlendirmelerin iptal edildiği, bazı görevlendirmelerin kişinin rızası olmadan uzatıldığı bilgisi tarafımıza gelmiş olup geçici görevlendirmeler yapılırken hangi kurala göre yapıldığını da İl Sağlık Müdürlüğüne soruyoruz.

Yandaş sendika görevlendirmeleri kendine üye yapmak için kullanmaktadır ve İl Sağlık Müdürlüğünün buna göz yumduğu bilinen bir gerçektir. Özel olarak Sağlık-Sen yöneticisinin tayinini şehir hastanesine çıkarttırdığı ve orda şube kurma çalışmalarında görevlendirdiği veya görevlendirmesinin iptal edilmesi için Sağlık Sen e üye olmasının istendiği duyumlar arasındadır.

Son duruma bakarsak; İl Sağlık Müdürlüğü şehir hastanelerine geçici görevlendirme yaparken hastanelere danışmadan yapmış, normalde rotasyon ile geçici göreve gidilmesi gerekirken bölümlerden daha önce görevlendirme yapılmış olanların görevlendirmeleri uzatılmıştır. Aynı zamanda şehir hastanesi idarecileri iş bilmezlikleri yüzünden hekime muayeneye çıkan çalışanlardan doğrudan istirahat raporu istemektedir.

Çok sayıda asistan hekimin Şehir Hastanesine görevlendirilmesi hekim eksikliği yarattığı gibi uzmanlık eğitimi almalarına engel olunmaktadır. Mevcut hastanesinde devam eden asistan hekimler açısından da pek çok öğretim üyesinin hastanelerden ayrılmış olması sebebiyle yine eğitim alacakları hoca kalmamıştır.

Tüm bu değerlendirmelerle beraber en öne çıkan sorunlardan biri acil servislerde yaşanan sorunlardır. Poliklinik randevusu alamayan hastalar acillerde yığılmaktadır. Ayrıca acilde yetkili hekim sayısı ve sağlık emekçileri sayısı son derece yetersizdir.

Sonuç olarak, gerek Şehir Hastanesinde gerekse de görevlendirme yapılan diğer hastanelerdeki sağlık emekçileri huzursuz, klinikler tam olarak açılmadığı için mesaiye hangi klinikte başlayacaklarını bilmeden çalışmaktalar.

Bütün bu olumsuz koşulların sağlık emekçilerine yönelik şiddeti artıran etkenlerden olduğu da unutulmamalıdır.

Ek olarak, hemşire sayısındaki eksikliklerle artan hemşire sorunları 24 saatlik nöbetleri dayatmaktadır. Bu koşullarda 24 saatlik nöbet tutturulması baskı, mobing ve şiddetin bir örneğidir. Yoğun bakımlarda yer olmaması nedeniyle kliniklerde yoğun bakım izlenmesi, kemoterapi ve benzeri özellikli ve riskli tedavilerin klinik ortamlarında yapılması ne hemşireler ne de hastalar için uygun değildir.

Uzun yemek kuyrukları, yemeklerin niteliksizliği, menülerin besleyici ve doyurucu olmaması ve de yemeklerden sık sık metal ya da böcek vs gibi yabancı maddelerin çıkması sorunları da her hastanede yaşanan ortak sorunlardandır. Mutfak, yemekhane hizmetlerinin taşeronlara devredilmesi ve çalışanların sağlığının önemsenmemesinin yol açtığı bu sorunlar sağlık emekçilerinin ve hastaların  sadece sağlığını bozmakla kalmamakta değersiz ve tükenmiş hissetmesine neden olmakta, ayrıca ya evden yemek getirmek ya da sürekli dışarıdan yemek sipariş etmek zorunda kalınması ekonomik yük getirmektedir.

Hastaneler borçları nedeniyle ihalelere girememekte cihaz bakımları yapılamamakta, bozulan cihazların tamiri ya da değişimi sağlanmamaktadır. Bu durumlar hem çalışanların iş yükünü artırmakta hem de hastaların teşhis ve tedavisi gecikmekte ya da özel merkezlere yönelmektedirler.

Sağlık emekçilerinin ekonomik, sosyal ve özlük haklarının korunabilmesi ve geliştirilmesi ile birlikte  çalışma koşullarının düzeltilmesi ve de vatandaşın nitelikli ulaşılabilir sağlık hizmeti alabilmesi için  taleplerimizi bir kere daha yinelerken tüm sağlık ve meslek örgütlerini ortak mücadeleyi birlikte örgütlemeye çağırıyoruz

TALEPLERİMİZ

  • TÜM HASTANELER İÇİN PERONEL SAYISININ ARTIRILMASI, ATAMA BEKLEYEN SAĞLIK EMEKÇİLERİNİN ATAMASININ BİR AN ÖNCE YAPILMASI
  • 24 SAATLİK NÖBETLERİN VE 5 GECE NÖBETİNDEN FAZLA ÇALIŞMANIN YASAKLANMASI
  • SAĞLIK EMEKÇİLERİNİN ÇALIŞMA ALANLARININ DÜZENLENMESİ, NÖBET SÜRELERİNİN, NÖBETÇİ EKİPTEKİ KİŞİ SAYILARININ VE NÖBET SAYILARININ ÇALIŞILAN BİRİMİN İHTİYAÇLARINA UYGUN BİÇİMDE, SAĞLIK ÇALIŞANLARININ SAĞLIĞINI GÖZETEREK PLANLANMASI
  • İL GENELİNDE HİÇBİR HASTANENİN KAPATILMAMASI, KAPATILAN BÖLÜMLERİN YENİDEN AÇILMASI
  • GÖNÜLLÜ PERSONEL HARİCİ ZORUNLU GÖREVLENDİRMELERİN DERHAL DURDURULMASI, GÖREVLENDİRMELERİN MUTKLAKA YAZILI OLARAK YAPILMASI
  • VAROLAN HASTANELERDE Kİ GİRİŞİMSEL İŞLEMLERİN YAPILDIĞI BİRİM VE AMELİYAT MASALARININ AZALTILMAMASI, YETERLİ SAYIDA OLMASININ SAĞLANMASI
  • BAŞTA ŞEHİR HASTANESİNE OLMAK ÜZERE ÇALIŞAN PERSONELİN ULAŞIM SORUNUN ÇÖZÜLMESİ, ÜCRETSİZ SERVİSLER KONULMASI
  • HASTALARIN SAĞLIK HİZMETİNE ULAŞMADA YAŞADIĞI MAĞDURİYETLERİN GİDERİLMESİ
  • 7/24 HİZMET VERECEK ÜCRETSİZ KREŞ SAĞLANMASI
  • NİTELİKLİ SAĞLIK HİZMETİ VERİLEBİLMESİ İÇİN MALZEME VB. EKSİKLİKLERİN GİDERİLMESİ
  • TÜM MESAİ SAATLERİ İÇİN GÜVENLİK SAĞLANMASI, ŞİDDETE YÖNELİK ÖNLEMLERİN ALINMASI”

Anayasa Mahkemesi Kararına uyulsun Can Atalay Serbest Bırakılsın

Anayasa Mahkemesi’nin Can Atalay Kararı  uygulanmalıdır.

Anayasa Mahkemesi, Hatay milletvekili Can Atalay’ın, “seçme, seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkı” ve “kişi hürriyeti ve güvenliği hakkı” ile “Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru hakkının” ikinci kez ihlal edildiğine ve tahliyesine hükmetmişti.

Anayasa Türkiye Cumhuriyetinin temel yasasıdır. Anayasanın 153. maddesi uyarınca Anayasa Mahkemesi kararları yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar. Ama hayır, Anayasa Mahkemesi Kararları, Ceza mahkemesini ve Yargıtay 3. Ceza Dairesi’ni bağlamıyormuş. “AYM’nin kararının hukuki değeri yok” muş.

Hukuk ayaklar altında çiğnenmektedir. Burjuva hukukunun kurallarını burjuvazi sınıf olarak kendisi koymuştur. Burjuva kapitalist düzen meşruiyetini ve hukuksallığını  yasal düzenlemelerden alır.  Her üretim biçiminde olduğu gibi kapitalist üretim biçimi de  kendine özgü hukuku ve  kurumlarını oluşturmuştur. Hukuk, burjuvazinin yani güçlü sınıfın hukudur, onu güvenceye alır.

Burjuva hukukun temel kaidesi, yargı ve yargıç bağımsızlığıdır. Yargıçların bağımsızlığı, yargıçların  yürütme ve yasama organlarına bağlı olmamasını , yasama, yürütmenin ve  idarenin yargıçlara emir ve talimat vermemeleri ya da tavsiyede bulunmamaları; yargıç bağımsızlığı, yargıcın karar verirken hukuka ve yasalara bağlı olarak  hiçbir dış baskı ve tesir altında bırakılmaması anlamına gelmektedir.  Yargıca baskı yapılması olasılığının bulunması dahi yargıcın bağımsızlığını zedeler, kararların objektif ve tarafsız olmasına gölge düşürür.

AYM’nin kararı ile ilgili olarak AKP-MHP iktidarı temsilcilerinin açıklamaları ise şöyledir:

 Anayasa Mahkemesi bu noktada maalesef birçok yanlışları da arka arkaya yapar hale geldi.”…,“Anayasa Mahkemesi adalet ve hukuk düzenin safrası ve sancısıdır.”… “Kafası zehirlenmiş Anayasa Mahkemesi Başkanı’na hatırlatırım ki  Türkiye’de kuvvetler ayrımı netleşmiş, aralarındaki sınır çizgileri kalınlaştırılmıştır. Dahası yargı bağımsızlığının yanı sıra tarafsızlığı da anayasal hüviyet kazanmıştır. Anayasa Mahkemesi Başkanı zillet ittifakının yüksek yargıya yuvalanmış hastalıklı koludur.” ..” Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Arslan  objektifliğini ve tarafsızlığını kaybetmiştir”…. ..”Türk devleti ile uğraşma, cesaretin varsa Kandile git.”  

Siyasi iktidar böylelikle Yargıtayı siyasal niteliği ve çıkarları doğrultusunda  yönlendirmiş, yargı bağımsızlığını ve yargıç güvenliğini ortadan kaldırmıştır.

Siyasi demokrasi ve özgürlüklerin güvence altında olmadığı koşullarda siyasi iktidarlar burjuva kapitalist düzende yürürlükteki hukuki kurallara ve yasalara uymayı  tercih etmemekte ve kendi sınıf ve iktidar çıkarlarına uygun olarak hukuk kurumlarına ayar verebilmektedir. Kendi karakterine  uygun “siyasal hukuku”nu  yargıda etkin duruma getirerek fiili olarak  faşist-gerici politik  uygulamalarını yaşama geçirmeye çalışmaktadır.

 Ülkemizde de siyasi iktidar ve ilgili bakanlık yetkilileri hukuk ve adaletin mevcut normlarına göre uygulanmasını değil,  fiilin hukuk dışı da olsa uygulanmasını,  ilgili mevzuatın yasal değişiklik ve kararnamelerle sonradan oluşturulabileceğini defalarca ifade etmiştir. Ne yazık ki adli ve idari merciler de konumları, makamlarını koruma uğruna hukuk ve normlarını uygulamaktan imtina etmişlerdir.

 Siyasi iktidar “Başkanlık” sisteminde edindiği yetkileri mevcut anayasa hükümlerine, hukuk normlarına aykırı olarak ya da yeni yasaları “torba yasa” kapsamına alarak kullanmakta, fiili olarak yeni bir yasa devleti dizaynetme adımlarını atmaktadır. Anayasa Mahkemesi’nin, çevre konusunda idare mahkemelerinin kararlarını uygulamayarak yurttaşların yaşam alanlarını ortadan kaldırmakta;  KHK ile görevden alınan kişilerin iade kararlarına karşın göreve dönmelerini engelleyerek ya da geciktirerek ilgili mahkemelerin aldığı kararları tanımama yoluna gitmektedirler.  Yerel yönetimlerde siyasal muhaliflerini halkın iradesiyle seçilmiş olmalarına karşın görevden alarak yerlerine kayyımlar atayarak bunu gerçekleştirdiklerine yıllardır tanık olmuştuk.  Böylelikle seçme ve seçilme hukuku normlarına aykırı olarak idari pratik mevcut hukuksal burjuva normları da tanımamış, tasfiye etmiştir.

Bu hukuksuzluk adaletsizlik yolu terk edilmelidir.  Yargı üzerindeki baskı ve politik müdahalelerden vaz geçilmelidir.  Yargı, anayasa hükümlerine, uluslararası hukuk ilkelerine ve normlarına uyulmalı ve uygulanmalıdır. Anayasa Yüksek Mahkemesi’nin kararlarına zaman geçirmeksizin uyulmalı; Hatay halkının seçme iradesi olan Milletvekili Can Atalay derhal serbest bırakılmalıdır.

İmece Dostluk

 

Yaşasın 1 Mayıs-Bıji 1 Gulan

 İşçiler, emekçiler, gençler, kadınlar,

1 Mayıs işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günüdür.

1 Mayıs, bütün dünyada işçilerin, emekçilerin, tüm ezilenlerin fabrikada, işletmede, tarlada, yaşamın her alanında, meydanları mücadele isteği, coşkuyla ile doldurduğu gündür.

1 Mayıs işçi sınıfının “Yepyeni bir güneş doğar dağların doruklarından, Mutlu bir hayat filizlenir kavganın ufuklarından, Yurdumun mutlu günleri mutlak gelen gündedir” marşıyla alanlara yürüdüğü   “ Devrimin şanlı yolunda ilerleyen halkların bayramı”  olsun diye ileri atıldığı bir gündür..

1 Mayıs,  dünya proleteryasının “Proletaryanın zincirlerinden başka kaybedecekleri şeyleri yok, kazanacakları bir dünya var. Bütün ülkelerin işçileri birleşiniz”  şiarını yükselttikleri, bir gündür.

1 Mayıs faşist diktatörlüğün zorbalığına, sermayenin amansız sömürüsüne, işsizliğe, yoksulluğa, pahalılığa, güvencesizliğe karşı mücadele günüdür.

1 Mayıs, bütün ülkelerin işçilerinin, sermayeye, faşizme, ırkçılığa, ulusal baskı ve zorbalığa, doğanın talan edilmesine ve çevre katliamına karşı birlik, mücadele, dayanışma günüdür.

1 Mayıs dünya proleteryasının  tekelci kapitalistlerin emperyalist paylaşım savaşlarına, savaş kışkırtıcılığına, siyasal- ekonomik yayılma ve güç tesis etmek üzere  ülkelerin işgaline karşı ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadelesinin  bayrağını yükselttiği gündür.

Günümüzde Emperyalist büyük güçler dünyanın çeşitli bölgelerinde paylaşım savaşlarını sürdürüyor. Ukrayna’daki savaş, egemenlik ve paylaşım savaşıdır. Ukrayna savaşı emperyalist, gerici haksız bir savaştır. Ukrayna’da Rusya işgaline karşı çıktığımız kadar, devletin  sınır ötesi harekatlarına da  NATO’nun Rusya- Ukrayna savaşı bahanesiyle olası müdahalesine de savaş taktiklerine de karşıyız.

Emperyalizmin dönem dönem ağırlaşan krizine,  krizden çıkmak için saldırganlığına, halklar arasındaki farklılıkları kışkırtarak yaratmak istediği  düşmanlıklara karşı çıkıyoruz. Kapitalizmin insanı değil kârı esas alan barbarlığına, azgın sömürüsüne, çürümüşlüğüne ve kokuşmuşluğuna karşı, başka bir dünyanın mümkün olduğunu biliyoruz. Bu durumda İşçi sınıfı ve emekçiler kendileri için cehennem olan bu sistem karşısında yeni bir dünya özlemini daha çok hissediyor, istiyor ve düşlüyor.

Kapitalizm yerine, baskının, zulmün, sömürünün olmadığı yeni bir dünya rüya değildir. Bilime inanmayan ve onun aydınlatıcı yolundan yürümeyenlerin ömrü sonsuz olamaz.. Yalnız sınıf bilinçli ve örgütlü işçiler ve emekçiler çürümüş kapitalizme darbeyi indirebilir. Yalnızca sınıf bilinçli ve örgütlü işçi sınıfı, emekçiler sahte değil, gerçek özgürlüğü kazanabilir. Yalnızca sınıf bilinçli ve örgütlü işçiler, emekçiler sermayenin ve faşizmin düzeni yerine işçi sınıfı ve emekçilerin iktidarında eşit, özgür bir Türkiye’yi kurabilir ve bu, bizler istersek mümkündür.

1 Mayısa doğru, büyük insanlığın kurtuluşu için, sermayenin boyunduruğu altında çalışan bütün halkların geleceği için, daha insanca çalışma ve yaşam koşullarını elde etmek için örgütlenme ve mücadele etme hakkı için yürütülen büyük mücadele ve dayanışma mutlaka kazanacak!

İşçi sınıfı ve emekçiler zorunlu olarak çalıştıkları fabrikalar ve işyerleri başta olmak üzere bu 1 Mayıs’ ta haklı taleplerini haykıracaklar!  Talepleri hepimizin talepleridir; bizler de bulunduğumuz yer ve koşullara uygun olarak bu taleplere sahip çıkıyoruz, çıkacağız.

Her yer,  her alan 1 Mayıs!

Kapitalizme ve Faşizme Hayır!

Yaşasın İşçi sınıfı ve Emekçilerin Birliği, Mücadelesi, Dayanışması!

Yaşasın İşçilerin Birliği, Halkların Eşitliği- Kardeşliği!

Bıji 1 Gulan

Yaşasın 1 Mayıs

 

Öğrenime Katkı Burs Duyurusu

2021-2022 Öğrenim Yılı “Öğrenci Katkı Bursu” için başvuru 02-24 Eylül tarihleri arasında internet üzerinden imecedostluk@gmail.com e-posta adresine yapılacaktır.

İMECE-DER Yönetim Kurulu

Vatan İşhanı No:602 Kat:6 Konak/İZMİR
Telefon: 0 232 854 02 94 – 0 536 402 06 28
E-Posta: imecedostluk@gmail.com

İMECE-DER ÖĞRENCİ BİLGİ FORMU

Kimlik Fotokopisi-Kimlik Bilgileri

Okul Bilgileri
Devam ettiğiniz Lisenin
Adı:
İlçesi:
Bitirdiğiniz Lisenin Adı:
Bitirme yılı:
Bitirme Dereceniz:
Üniversiteye hazırlıkta dersaneye devam ettiniz mi?
Dersanenin Adı:

Devam Edeceğiniz Okulun Adı:
Bölümünüz:
Kaçıncı sınıf:
Okulunuz kaç yıllık öğrenim veriyor?
Gündüzlü mü?
2. Öğrenim mi?
Okulunuzun Bulunduğu İl :
llçe:

Öğrenim sırasında kalacağınız yer:
Aile   Yurt    Akraba    Arkadaş    Diğer:
Öğrenim Sırasında kalacağınız adres:
Kaldığınız yer için ödeme yapıyorsanız aylık toplam tutarı:

Aile Bilgileri
Anne-baba durumu
Beraberler    Boşanmış    Baba vefat    Anne Vefat
Ayrı iseler kiminle yaşıyorsunuz?
Adı:
Mesleği
Sosyal Güvenlik kurumu SSK   ES   Bağ-Kur
Birlikte yaşadığınız ebeveynin adı-telefon numarası:
Kardeş Sayısı (siz dahil):
Okumakta olan kardeş sayısı (siz dahil):
Devam ettikleri okullar ve sınıfları:

Evin geçimini kim sağlıyor? Baba   Anne   Diğer
Bakmakla yükümlü olduğu kişi sayısı:
Ailenin oturduğu ev kira mı?
Kira ise tutarı:
Eve giren gelir toplamı:
Ailenin başka geliri var mı?
Aile akraba ya da başka bir yerden maddi katkı alıyor mu?
Alıyorsa nereden ve tutarı:
Anne ya da babanızın vefatıyla size bağlanan bir maaş varsa tutarı:
Burs aldığınız kurumlar varsa isim ve burs tutarları:

Sağlık sorunuz var mı(kronik hastalık) ?
Kan grubunuz:
Aileniz ve sizin üyesi olduğunuz dernek, sendika..vb.

Sizinle ilgili ulaşabileceğimiz yakınınızın adı-soyadı, iletişim bilgileri

En son okuduğunuz kitaplar:
Hobileriniz; ilgi ve çalışmayı dilediğiniz alanlar:

Cep tlf,  watsapp kullanıp kullanmadığınız;
Belirtmek istediğiniz özel durumlar-notlar:

E-posta Adresiniz:
Cep Tlf No:
Size ulaşamadığımızda ulaşabileceğimiz kişilerin isim ve tlf numaraları:
İmece çevresinden size referans olabilecek kişi(ler)nin adı soyadı (doldurulması zorunludur):
Verdiğim bilgilerin doğruluğunu; durum değişikliği olursa anında bilgi vereceğimi kabul ediyorum.
Saygılarımla..

İsim Soy isim
İmza Tarih

Saygılarımla..

 

*Bursa hak kazanan öğrenciler 8 Ekimde belirlenmiş olacak ve cep msj yoluyla öğrenciye iletilecektir.

Burs alan her öğrencinin her dönem sonu transkripini Kurumumuza iletmesi; formdaki bilgilerde değişiklik olması durumunda bir hafta içerisinde Kurumumuzu bilgilendirmesi gerekmektedir.

İlk ödeme Ekim 2021 üçüncü hafta sonunda olup, haziran dahil her ayın üçüncü haftası yapılacaktır.

 

 

1 Mayısa Doğru

Covid-19 Virüsünün dünyadaki tüm insanları etkilediği ve yeni yaşam biçimleri ürettiği koşularda, 1 Mayıs yaklaşıyor. Ülkemizde işçi sınıfı ve tüm emekçiler fabrikalarda, işyerlerinde, tarlalarda üretmeye devam ediyorlar. Tekeci burjuvazinin temsilcisi, egemen sınıflar 65 yaş üstü ve 20 yaşa kadar olan insanlara sokağa çıkma yasağı koydu. Ancak bu yasaklama 20 yaş grubundaki işçiler, emekçiler ve tarım işçisi gençler için geçerli değil..Onlar çalışmaya ve üretmeye devam edecek. Yaş skalası açısından, üreten işçiler emekçiler fabrikalarda, atölyelerde, tarlalarda yaşamın her alanında, her gün yeniden üretmeye devam edecekler.

Kapitalizm ve devlet, Covid-19 virüsün yayılmasını önleyecek en önemli tedbirlerin başında gelen “Kişiler arasında fiziki teması kesme” kuralını fabrikalar, işletmeler ve tarlalarda uygulamamaktadır; İşçi sınıfının, emekçilerin ve onların ailelerinin sağlığı değil kapitalistlerin karı ve sermayelerini koruyup büyütmeleri önemlidir. İtalya, İspanya, Fransa, ABD, İngiltere’de de üretim durdurulmadığı için virüs çok yayılmıştır ve bugün on binlerce insanın yaşamını yitireceği beklenmektedir. 1 Mayısa doğru İşçi sınıfı ve tüm emekçilerin talebi, çalışması zorunlu olan işletmeler dışındaki tüm fabrika işletme ve işyerlerinde çalışmanın durdurulmasıdır.

Ülkemizde 11 Marttan bu yana görülen Covid-19 virüs salgını koşullarında kapitalizm ve devlet, işçilere ve emekçilere çalışmayı-üretmeyi dayatmıştır. Alınan önlemler yetersizdir, üretim ve çalışma yaşamı sürmektedir; bu nedenle salgının ivmesi artmıştır. Bilim çevreleri önümüzdeki iki aylık süreçte yeterli önlemlerin uygulanmasını zorunlu görmektedir. İktidar geç kalmıştır, önlemleri yetersizdir ve salgının gerisinden gelmektedir.

1 Mayısa doğru kapitalizmin ve devletin milyonlarca emekçi üzerindeki her türlü sömürüsüne, baskısına karşı mücadele ve dayanışma; düşük ücretlere, sendikalaşma ve sendika seçme hakkına dönük işten çıkarmalara, baskı, moobinge karşı güçlerini birleştirme çabasıyla bütünleşmiştir. Bu mücadele aynı zamanda, işçi sağlığı için güncel olarak Covid-19 a karşı gerekli önlemlerin alınmasıdır. Fabrikalarda, işletmelerde, işyerlerinde üretimin durdurulması istenmektedir. İşçilerin, emekçilerin ve ailelerinin sağlıklı kalmaları için üretimin durdurulması şiarı bir çok fabrikada, işletmede, işçiler, emekçiler sendikalar, meslek örgütleri, tıp ve bilim çevrelerince zorunlu görülmektedir. Siyasi iktidar ise işçilerin, emekçilerin ve sendikaların meslek örgütlerinin ve bilim insanlarının sesine kulaklarını tıkamıştır.

Covid-19 salgını koşullarında da sermaye fabrikalarda, tarlalarda işçileri örgütsüz, sendikasız olarak düşük ücretle çalıştırıyor. İşçi, emekçi havzaları işçi cehennemine dönüşmüş; sigortasız, sendikasız, uzun çalışma saatleri içerisinde milyonlarca işçi neredeyse köleleştirilmiş durumdadır. Covid-19 salgınını engellemenin ve milyonlarca işçi ve emekçinin yaşamını kurtarmanın yolu, işçi sınıfı ve emekçilerin güçlerini birleştirmesi ve mücadelesiyle mümkündür. Siyasi iktidar ve sermaye grupları, işçi sınıfının, emekçilerin ve bilim çevrelerinin haklı ve yaşamsal taleplerine kulak vermeli ve gerekli önlemleri almalıdır.

1-Sokağa çıkma yasağı ilan edilmeli, COVID-19’a karşı mücadele kapsamında, güncel ihtiyaçlara cevap veren, zorunlu ve acil mal ve hizmet üretimi hariç olmak üzere, bütün fabrika ve işletmeler kapatılmalı; en az 15 gün süreyle, iş yerleri tatil edilmelidir. İşçilerin, emekçilerin dolayısıyla ailelerinin sağlığı korunmalı ve salgının yayılma hızı önlenmeli; bu süre içinde işçilere ücretli izin verilmelidir.
2-Ülkemizde işçilerin ücretinden yapılan kesintilerle oluşturulan işsizlik fonunda biriken 130 milyar TL aşan parayı, hükümet, ücretli izne çıkarılan işçilerin ücretlerinin bir bölümünü ödemek için kullanmalıdır. Küçük ve orta düzeyde işletmelerin işçilik payını önemli oranda devlet ödemelidir.
3-İşten çıkarmalar, ücretsiz izin uygulaması yasaklanmalıdır. COVID-19 salgınının yeni bir işsizlik dalgasına yol açmaması, işin ve işçinin gelir sürekliğinin sağlanması için, COVID-19 ile mücadele döneminde, işverenin iş sözleşmesini fesih imkânı askıya alınmalıdır. İşten çıkarılmaların ve işlerin durdurulmasının yol açacağı gelir kaybına karşı, İşsizlik Sigortası Fonu kaynakları hızla devreye sokulmalı, işsizlik ödeneği ve kısa çalışma ödeneğinden yararlanmak için, işçi açısından gerekli olan koşullar kaldırılmalıdır.
İşten çıkarılmaların izlenmesi ve yasaklanması için Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı nezdinde Üçlü Danışma Kurulu bileşimine uygun bir izleme ve denetim mekanizması kurulmalıdır. İşsizlik maaşının süresi uzatılmalı, salgın süresince işsiz yurttaşlara yaşayabilir bir ücret yardımı yapılmalıdır.
4-Yoksul yurttaşların temel ihtiyaçları devlet tarafından karşılanmalıdır. Sağlık yardımı almakta olan 10 milyon dolayındaki “kayıtlı yoksullara” asgari geçim endeksine uygun bir maaş ödenmelidir.
5-En düşük emekli aylığı asgari ücret düzeyine çıkarılmalıdır. Korona virüsle mücadele döneminde, risk grubundaki kesimlerin ücretlerine 1000 TL ek destek yapılmalıdır.
6- Elektrik, su, doğalgaz, iletişim faturaları ve konut, taşıt kredileri ile kredi kartı borçları, salgın riski boyunca faizsiz olarak ertelenmelidir.
7-Öğrenci yurtları ücretsiz olmalı, öğrencilerin yurt borçları silinmelidir.
8-Çiftçi borçları ve ihtiyaç kredileri, faizleri silinerek taksitlendirilmelidir.
9-Büyükşehirlerde ve illerde Covid-19 hastaneleri ve yurttaşların diğer sağlık sorunları için gidecekleri hastaneler de belirlenmeli ve açıklanmalıdır.
10-Devlet hastaneleri ve özel hastaneler Covid-19 hastalarına ücretsiz sağlık hizmeti vermelidir. Buna uymayan özel hastaneler kamulaştırılmalı. Sağlık alanı ticari kar alanı olmaktan çıkarılmalı, sağlığa eşit erişim ücretsiz olarak sağlanmalıdır.
11-Salgın sürecinde, özel sağlık kuruluşları kamu kontrolüne geçirilmelidir.. Halka yaygın bir şekilde test yapılmalı, hasta olanlar saptanarak tedavi edilmelidir. Test sonuçlarının açıklanmasında ve salgınla ilgili siyasi iktidar şeffaf olmalı ve halktan hiçbir şey gizlenmemelidir.
12-Salgında hastalanma ve yaşamlarını kaybetme riski olan hekimler ve diğer sağlık çalışanlarının ekipman eksiklikleri hızla ve ivedilikle giderilmeli ve Covid-19 testi öncelikle sağlık emekçilerine yapılmalıdır. Kamu-özel bütün sağlık kurumlarında Covid-19 hastalarıyla temas ya da temas şüphesi olan hekim ve sağlık çalışanlarından başlanarak bütün sağlık çalışanlarının testlerinin hızla tamamlanmalıdır.
13-Covid-19 hastahanelerindeki sağlık çalışanlarının sosyal çevrelerini de hastalığa bulaştırmalarını engellemek için mesai sonrası kalacakları mekanlar belirlenmelidir. Ölümlerin artması ile hekimlere ve sağlık çalışanlarına yönelik şiddetin artacağını öngörerek, gerekli tedbirler alınmalıdır. Yargı süreci işletilmeden ‘Kanun Hükmünde Kararnamelerle’ işlerinden atılan tüm sağlık çalışanları, akademisyenler ve diğer KHK’li kamu emekçileri işlerine dönmeli;
14-Fahiş fiyatlarla stok, ortalama kar marjının üzerinde zam yapanlara göz yumulmamalı, denetimler artırılmalı, fırsatçılık yapanlara yaptırımlar uygulanmalı;
15-İşçilerin ve emekçilerin temel gıda ve hijyen maddelerine erişimi için kamu kaynaklarına başvurulmalıdır. Virüsten koruyucu ürün ve malzemeler (maske, kolonya,klorak, sabun vb.) başta dar gelirliler olmak üzere halka ücretsiz dağıtılmalıdır.
16-“Evde kalma” nedeniyle kadına ve çocuklara yönelik ev içi şiddetin görünmez kılındığı koşullar yaşanmakta, kadınlar umarsız bırakılmaktadır. Şiddet çağrısı alındığında şiddet uygulayan erkekler öğrenci yurtlarında ayrı bir bölüme yerleştirilmeli, evden uzaklaştırma uygulanmalıdır. İstanbul Sözleşmesi,6284 Sayılı Yasa ve kadınların nafaka hakkı titizlikle uygulanmalıdır..
17- Mülteci geri gönderme merkezlerinde gerekli tedbirler maksimum düzeyde alınmalı, bu merkezlerde olmayan mültecilerin konut, hijyen ve temel gıda malzemesi temini kamu kaynaklarıyla sağlanmalıdır.
18- Devlet salgını bahane ederek yurttaşlar üzerindeki gözetim ve denetim ağlarını baskıya dönüştürülmemelidir. Virüs tehlikesinin getirdiği günlük yaşamdaki bazı kısıtlamalar, güdük temel hak ve özgürlüklerin ortadan kaldırılması, baskı ve bireysel özgürlüklerin, kişilik haklarının ihlaline yol açmamalıdır. Yurttaşların temel hak ve özgürlüklerini kısıtlayan tüm uygulamalara son verilmeli, internet ortamındaki ifade ve düşünce özgürlüğü ve haber alma haklarına yönelik tüm yasaklamalar, cezalandırılmalar kaldırılmalı.
19- Savaş koşullarında Covid-19’un artacağı düşünülerek, siyasi iktidar emperyal isteklerini bir yana bırakarak, Suriye’deki ve Libyada’daki askeri birlikleri geri çekmeli ve komşu ülkelerle; karşılıklı saygı, içişlerine karışmama ve barış politikası izlemelidir.
20-Öncelikle cezaevlerinde tutukluların hızla tahliyesi sağlanmalı; yaşam hakkı ve ifade özgürlüğü esas alınarak siyasi tutuklular, gazeteciler, hasta mahkûmlar, yaşlılar ve çocuklar tahliye edilmeli, infazlar ertelenmelidir.
21- Çoğu yabancı sermayeyle ortak olan petrol ve maden şirketleri, elektrik santralleri, kar hırsıyla dağları, ormanları, akarsuları, börtü böceği doğal ve kültürel değerlerimizi tahrip etmiş, etmeye de devam etmektedir. Kapitalizm yaşam alanlarımızı, havamızı, suyumuzu, havamızı zehirlemekte, yok etmektedir. Salgın koşulları fırsata çevrilerek doğanın tahribatı devam etmektedir. Tüm canlıların ve çocuklarımızın geleceğini karartanlar, doğa ve çevre savunucularının yolunu kesmekte, bu alanlara girmelerini, halkla bütünleşerek sorunların saptanmasını, çözüm yollarının birlikte üretilmesini engellemektedirler. İşçilerin emekçilerin, halkımızın ve çocuklarının sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı, doğal ve kültürel değerlerimizi korumaya yönelik mücadelesi her alanda sürecektir. Bu salgın ekolojik dengenin, tüm çeşitliliği, canlılarıyla sürdürülebilir ve geleceğe devredilebilir doğanın önemini bir daha göstermektedir. Bu ders herkes tarafından iyi anlaşılmalıdır.
22- İllerde bilim kurulları oluşturulmalı, ilçe bazında belediyelerin ve muhtarlıkların da içinde yer aldığı, demokratik kitle örgütü, meslek odaları ve sendika temsilcilerinin ve muhalif siyası partilerin de katıldıkları kriz masaları kurulmalı, bilgilendirme, değerlendirmeler ve çözüm mekanizmaları birlikte oluşturulmalıdır.

Kapitalizm doğası gereği krizde, salgın koşullarında bu kriz daha da ağırlaştı, ağırlaşıyor, kendi kendinini tüketiyor; kendisine bu krizden çıkış yolu bulmaya çalışıyor. Bütün ülkelerdeki kapitalist devlet yöneticileri panik halindeler. Sermayelerini büyütme, karlarını arttırmanın, üretim maliyetlerini düşürmenin yeni yollarını arıyorlar. İnsan olmadan üretim, üretim fazlası olmadan kar olamaz. Kapitalistler ve devlet ‘üretim sürmelidir, salgın olsa da üretim durmamalıdır’ diyor. İşsizlikte işçi bulmak kolay, işçiler ücretli köle! Yani sermayedarlar sömürü ve kar hırslarından vazgeçmiyorlar.

Bu durumda İşçi sınıfı ve emekçiler kendileri için cehennem olan bu sistem karşısında yeni bir dünya özlemini daha çok hissedecek, isteyecek ve düşleyecekler. Kapitalizmin yerine, baskının, zulmün, sömürünün olmadığı yeni bir dünya gelecek. Bilime inanmayan ve onun aydınlatıcı yolundan yürümeyenlerin sonu gelecek.. Ancak yalnızca sınıf bilinçli ve örgütlü işçiler ve emekçiler çürümüş kapitalizme darbeyi indirebilecek. Yalnızca sınıf bilinçli ve örgütlü işçi sınıfı, emekçiler sahte değil, gerçek özgürlüğü kazanacak. Yalnızca sınıf bilinçli ve örgütlü işçiler, emekçiler sermayenin ve faşizmin düzeni yerine işçi sınıfı ve emekçilerin iktidarında aydınlık bir Türkiye’yi kuracaklar.

1 Mayısa doğru, büyük insanlığın kurtuluşu için, sermayenin boyunduruğu altında çalışan bütün halkların sağlığı, geleceği için, daha insanca çalışma ve yaşam koşullarını elde etmek için örgütlenme ve mücadele etme hakkı için yürütülen büyük mücadele ve dayanışma kazanacak!

Yaşasın İşçi sınıfı ve Emekçilerin Dayanışması!
Yaşasın İşçilerin Birliği Halkların Eşit Kardeşliği!
Barış İçin Savaşa, Kapitalizme ve Faşizme Hayır!
Yaşasın Birlik Mücadele ve Dayanışma
Yaşasın 1 Mayıs

Yaşamın kaynağı toplum sağlığıdır,halkın talepleri yaşamsaldır. Halkın talepleri gerçekleştirilmelidir.

Tüm dünyada küresel salgın halini alan ve ülkemizde varlığı 11 Marttan bu yana görülmeye başlanan Koronavirüs (Covid-19) salgını karşısında siyasi iktidar yetersiz kalmış, salgına karşı acil önlemler alınmamıştır. Siyasi iktidarın açıklamalarında çalışanların hakları, kadınlar ve yoksullarla ile ilgili bir önlem bulunmuyor.

Fabrikalarda, işletmelerde ve işyerlerinde işçiler, emekçiler toplu olarak çalışmaya devam etmektedir. Fabrika ve işletmeler bazındaki önlemlerin en olumlusu hijyen kurallarına uymakla sınırlıdır. Virüsünün yayılma ivmesi yüksektir. Alınan önlemlerle sorunun aşılması olanaklı değildir.

Bütün fabrikalarda, işletmelerde, organize sanayi sitelerinde, şantiyelerde, üretimin ve işin durdurulması önem taşımaktadır. Bugün salgının durdurulması sadece 65 yaş üstünün sokağa çıkmamasını istemekle engellenemeyeceği İtalya ve İspanya örneklerinden görülmektedir. Ve bu yaşanmışlıklardan gerekli dersler çıkarılarak derhal sokağa çıkma yasağı ilan edilmelidir.

Bunun için siyasi iktidar, Covid-19 salgınını önlemek için fabrikalar, işyerleri, şantiyelerdeki faaliyeti durdurmalıdır. İşçiler ücretli izne çıkarılmalıdır. Acil ve zorunlu işlerin yapıldığı işyerleri dışında diğer tüm işyerlerinin faaliyetlerini durdurarak çalışanlarını ücretli izne çıkarmalıdır.

Ülkemizde işçinin ücretinden kesilen paralarla oluşturulan işsizlik fonunda birikmiş 130 milyar lira bulunmaktadır. Hükümet, işçilerin maaşında kesilen primlerle oluşan işsizlik
fonunda biriken bu parayı, ücretli izne çıkarılan işçilerin ücretlerinin bir bölümünü ödemek için kullanmalıdır. Küçük ve orta düzeyde işletmelerin işçilik payını önemli oranda devlet ödemelidir.

İşten çıkarma, ücretsiz izin uygulaması yasaklanmalıdır.

Sokağa çıkma yasağı ilan edildiğinde yurttaşların temel ihtiyaçları devlet tarafından karşılanmalıdır.

Sağlık yardımı almakta olan 10 milyon dolayındaki “kayıtlı yoksullara” asgari geçim endeksine uygun bir maaş ödenmelidir.

En düşük emekli aylığı asgari ücret düzeyine çıkarılmalıdır. Korona virüsle mücadele döneminde 1000 TL destek eklenerek risk grubundaki bu kesimler korunmalıdır.

Konut ve taşıt kredileri ile kredi kartı borçları ve elektrik, su, doğalgaz ve iletişim faturaları salgın riski boyunca faizsiz olarak ertelenmelidir.

Öğrenci yurtları ücretsiz olmalı, öğrencilerin yurt borçları silinmelidir.

Çiftçi borçları ve ihtiyaç kredileri, faizleri silinerek taksitlendirilmelidir.

Büyükşehirlerde ve illerde Covid-19 hastaneleri ve yurttaşların diğer sağlık sorunları için gidecekleri hastaneler de belirlenmeli ve açıklanmalıdır. Devlet hastaneleri ve özel hastaneler Covid-19 hastalarına ücretsiz sağlık hizmeti vermelidir. Buna uymayan özel hastaneler kamulaştırılmalıdır. Salgın sürecinde, özel sağlık kuruluşları kamu kontrolüne geçirilmelidir.. Halka yaygın bir şekilde test yapılmalı hastalar tesbit edilmelidir. Test sonuçlarının açıklanmasında ve salgınla ilgili siyasi iktidar şeffaf olmalı ve halktan hiçbir şey gizlenmemelidir.

Salgında hastalanma ve yaşamlarını kaybetme riski olan hekimler ve diğer sağlık çalışanlarının ekipman eksiklikleri giderilmeli ve Covid-19 testi öncelikle sağlık emekçilerine yapılmalı ve kamu-özel bütün sağlık kurumlarında Covid-19 hastalarıyla temas ya da temas şüphesi olan hekim ve sağlık çalışanlarından başlanarak bütün sağlık çalışanlarının testlerinin hızla tamamlanması, yurttaşların sağlıkları açısından da önem kazanmıştır. Covid-19 hastahanelerindeki sağlık çalışanlarının sosyal çevrelerini de hastalığa bulaştırmalarını engellemek için mesai sonrası kalacakları mekanlar tesbit edilmelidir. Ölümlerin artması ile hekimlere ve sağlık çalışanlarına yönelik şiddetin artacağını öngörerek gerekli tedbirler alınmalıdır. Yargı kararı olmadan ‘Kanun Hükmünde Kararnamelerle’ işlerinden atılan tüm sağlık çalışanları ve akademisyenler işlerine dönmelidir.

Fahiş fiyatlarla stok, ortalama kar marjının üzerinde zam yapanlara göz yumulmamalı, denetimler artırılmalı, fırsatçılık yapanlara yaptırımlar uygulanmalıdır.
İşçilerin ve emekçilerin temel gıda ve hijyen maddelerine erişimi için kamu kaynaklarına başvurulmalıdır. Virüsten koruyucu ürün ve malzemeler (maske, kolonya,klorak, sabun vb.) başta dar gelirliler olmak üzere halka ücretsiz dağıtılmalıdır.

“Evde kalma” nedeniyle kadına ve çocuklara yönelik ev içi şiddetin görünmez kılındığı koşullar yaşanmakta, kadınlar umarsız bırakılmaktadır. Şiddet çağrısı alındığında şiddet uygulayan erkekler öğrenci yurtlarında ayrı bir bölüme yerleştirilmeli, evden uzaklaştırma uygulanmalıdır.

Salgın süresinde doğalgaz, elektrik, su ve internet ücretsiz sağlanmalıdır.

Mülteci geri gönderme merkezlerinde gerekli tedbirler maksimum düzeyde alınmalı, bu merkezlerde olmayan mültecilerin konut, hijyen ve temel gıda malzemesi temini kamu kaynaklarıyla sağlanmalıdır.

Devlet salgını bahane ederek yurttaşlar üzerindeki baskı, gözetim ve denetim ağlarını yaygınlaştırmamalıdır. Virüs tehlikesinin getirdiği günlük yaşamdaki bazı kısıtlamalar, güdük temel hak ve özgürlüklerin ortadan kaldırılması ve açık bir faşizme geçilmesine yol açmamalıdır. Yurttaşlar temel hak ve özgürlüklerini kısıtlayan tüm uygulamalara son verilmeli, internet ortamındaki ifade ve düşünce özgürlüğü ve haber alma haklarına yönelik tüm yasaklamalar kaldırılmalıdır.

Tüketici, konut ve taşıt kredileri ile kredi kartı borçları ve elektrik, su, doğalgaz ve iletişim faturaları günlük olağan yaşama geçinceye dek ertelenmelidir.

Savaş koşullarında Covid-19’un artacağı düşünülerek, siyasi iktidar emperyal isteklerini biryana bırakarak, Suriye’deki ve Libyada’daki askeri birlikler geri çekmeli ve komşu ülkelerle; karşılıklı saygı, içişlerine karışmama ve barış politikası izlemelidir.

Öncelikle cezaevlerinde tutukluların hızla tahliyesi sağlanmalı; yaşam hakkı ve ifade özgürlüğü esas alınarak siyasi tutuklular, gazeteciler, yaşlılar, hasta mahkûmlar ve çocuklar tahliye edilmeli, infazlar ertelenmelidir.

Yerellerde, il/ilçe bazında belediyelerin ve muhtarlıkların da içinde yer aldığı demokratik kitle örgütü, meslek odaları ve sendika temsilcilerinin ve muhalif siyası partilerinde içinde yer aldığı kriz masaları kurulmalıdır.

Bu zor süreçte inisiyatif sadece siyasi iktidarda olmamalı, muhalefet partilerinin ve demokratik kitle ve meslek örgütlerinin toplumsal rol ve sorumluluğu artırılmalı, salgınla ilgili önlemlerin alındığı il ve ilçelerde bilim kurulları oluşturulmalı, başta tabip odaları olmak üzere meslek örgütleri, sendikaların ve siyasi partilerin bu kurullarda temsili sağlanmalıdır.

WORKERS OF SF TRADE AND KALE PRATT&WHITNEY ARE NOT ALONE!


WORKERS OF SF TRADE AND KALE PRATT&WHITNEY ARE NOT ALONE!

Four woman workers of the SF Trade Textile Plant have been picketing at the entrance of the Gaziemir Free Zone for 143 days for being involved in union activities.

The unionization of workers in the Kale Pratt&Whitney Aero Engine Industries, a joint venture between the Turkish Kale Group and the American Pratt&Whitney primarily for making engine parts for the F-35 fighter, spurred the capitalist bosses to action.

When workers in the Kale Pratt&Whitney Aero Engine Plant joined the All Metal Workers Union, the employer terminated 94 workers.

The plant management had effectively reduced wages to minimum wage with low raises, and had started to engage in mobbing against workers after the S-400 crisis with the US. As a result, the workers began to organize under the All Metal Workers Union, a member of DİSK. When the workers exercised their constitutional right and joined the union, the first move was to terminate 7 workers one night, for no reason. The terminated workers staged a demonstration in front of the plant. The workers who expressed support for their fired colleagues were terminated themselves within a few days. Soon, 94 workers had been fired. Then, the plant manager called the workers to a meeting and offered to re-hire them on the condition that they resign from the union. When the workers refused, they responded with threats and insults. The workers started a sit-in on February 29 at the entrance of the Aegean Free Zone to fight for their right to unionize.

The workers fight against the usurping of their legal and legitimate right to unionize, while the employer terminates workers for various reasons. It all boils down to a smear campaign using cherry-picked articles of the labor law, designed to make the employer look righteous on a legal basis. This is not new to the capital: it is a tested method used to break unionization. To prevent unionization among workers, they will identify union members and fire them using various excuses. This plays out once again in the SF Trade and Kale Pratt&Whitney Aero Engine plants.

The bosses of Kale Pratt&Whitney Aero Engine plant fire unionized workers on the one hand, while hiring new and non-union workers on the other to prevent the union from gaining majority. The forces of labor and democracy are obligated to defend the acquired rights of the working class against unlawfulness and injustice, and to rise in solidarity with the working class.

The workers and laborers will expose capitalist bosses for the frauds they are. Today, SF Trade Textile workers are at resistance at the entrance of the Gaziemir Free Zone, and Aero Engine workers are at resistance at the Izmir Fair Gate of the Free Zone. The working class and all people in support of labor stand with the textile and aero engine workers; they support them in solidarity, helping them feel that they are not alone. The justice of time will favor the workers. Workers who resist will finally and rightfully prevail. We stand with workers who recognize the power of organized struggle, who defy the capital and take a step for unionization.

Workers who resist and fight are not alone. The workers, laborers, friends of labor, and the makers of all value stand with them. 11.03.2020

Glory to the working class!
Glory to the workers’ resistance!

İmece Friendship Solidarity Association

YEREL YÖNETİM ANLAYIŞIMIZ VE TALEPLERİMİZ

YEREL YÖNETİM ANLAYIŞIMIZ ve TALEPLERİMİZ

Kente yönelik politika ve uygulamalarda, insan hakları, kentli hakları, kent insanları arasında kardeşlik-barış iklimi, birlikte yaşama, engelli, hasta, çocuk ve kadına duyarlı planlama, yerellerde hizmetlere eşit erişim, insan ve çevre sağlığı gibi kriterler temel referanslar olmalıdır.

Kentlerin sahibi o kentte yaşayan halktır ve yerel yöneticilerin demokratik biçimde seçilmesi ve başarısızlıkları durumunda geri alınması esas olmalıdır. Seçimler gibi, kente dair kararlar da kentlilerin katılımcısı olduğu demokratik süreçler, mekanizmalar  işletilerek alınmalıdır.

Fiziksel, doğal, tarihi ve kültürel değerleri korumak ve geliştirmek, koruma ve kullanma dengesini sağlamak, ülke, bölge ve şehir düzeyinde sürdürülebilir kalkınmayı desteklemek, yaşam kalitesi yüksek, sağlıklı ve güvenli çevreler oluşturmak  merkezi yönetimin olduğu kadar yerel yönetimlerin de görevidir.

Kentimiz İzmir’in yapılan araştırmalarda beş bin yıl öncesine kadar uzanan bir tarihi vardır. Yıllarca süren çalışmalarla ortaya çıkan tarihi mirasına sahip çıkan, bu mirası bilimsel temelde ciddi araştırmalarla zenginleştirici projeler üreten bir yerel yönetim anlayışı,  kentin tüm kültür ve doğal varlıklarını geleceğe taşıyabilir.

Kent yönetimine talip olan başkan adayları ve meclis üyelerinin kentin sorunlarının çözümü konusunda önerilerde bulunması bir program ortaya koyması kuşkusuz önemli, ancak yeterli değildir. Sermayeye karşı emekçi halkın çıkarlarını savunan  yerel yönetim adayları, tekellerin, uluslar arası ya da yerli sermaye gruplarının değil halkın taleplerini, çıkarlarını savundukları ölçüde halkın desteğini ve sevgisini kazanabilirler. Sermaye partilerinin adaylarından ayıran başlıca farklılık da ekonomik, sosyal ve siyasi demokrasi taleplerini savunması, buna uygun politikaları geliştirerek uygulamasıdır.

Kentimiz özellikle son yıllarda yoğun göç almış; hızla nüfusu artmıştır. Kentin  kamu yararından uzak sermaye odaklı planlanması gelecekte, hava kalitesi daha da kötü, yaşam standartları düşük, yeşil alanları  olmayan, ranta odaklı yapılaşma  ve ulaşım sorunları yaratmıştır.

‘‘ Körfez Tüp Geçiş Projesi, henüz yapım aşamasında olan İstanbul Otoyolu ile Çiğli’de sulak alanların ve Kuş Cennetinin olduğu bölgeden güneyde doğal sit statüsü değiştirilen İnciraltı ve Çeşme yarımadasını birbirine bağlayacaktır.” Bu proje Gediz deltasındaki kuş türlerinin yoğun bulunduğu bölgede sulak alanların tasfiyesi ile kuş, bitki, memeli hayvan, çeşitli kelebek türleri yok edilerek, ekolojik dengeleri tahrip edecek, betonlaşmaya yol açacak ve plan değişiklikleri ile yüksek rant artışlarının önünü açarak kıyıları betona teslim eden bir kentin yolunu açacaktır.’’(1) İzmir’in tarihi, kültürel ve doğal değerleri-zenginlikleri rant için tasfiye edilmiş olacaktır. İzmir’in İstanbul olmasını istemiyorsak bu ‘‘ihanet’’ projelerine karşı durmak İzmir’i yönetecek başkanların öncelikli görevidir.

Doğa Derneği’nin de içinde yer aldığı “İzmir’e Sahip Çık” platformu’nun da önerdiği, desteklediği 15 Şubat 2019 günü yeryüzünün en zengin ve benzersiz doğal alanlarından biri olan İzmir’in Gediz Deltası’nın UNESCO Dünya Doğa Mirası ilan edilmesi için çalışmalar hızla başlatılmalı; bu konuda yapılmakta olan çalışmalar desteklenmelidir.

Alsancak’taki tarihi Elektrik Fabrikası’nın arazisiyle birlikte,  Özelleştirme İdaresi Başkanlığı tarafından Devlet İhale Kanunu’nun kısıtlamalarına tabi olmadan satışa çıkarılması engellenmelidir. İzmir 1 No’lu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun 8 Ocak 1998 tarihli kararıyla ‘Korunması Gerekli Kültür Varlığı’ olarak tescillendiği temel alınmalı; 1943 tarihinde kamulaştırılarak İzmir Belediyesi’ne devredilen sahanın tekrar İBB’ye devri için meslek odaları ile kentliler birlikte kenti savunmalıdır.

Bayraklı bölgesini çok katlı beton blokların ısı adaları oluşturarak ekolojik dengeyi bozmasına engel olunmalı, kentin tarihi ve doğal dokusuna aykırı projelere onay verilmemelidir.

Egemen iradenin, siyasi iktidarın kürt sorunundaki şiddet yanlısı ırkçı, ayrıştırıcı, düşmanlaştırıcı, yandaşlarını kayırmacı politikalarına karşı kent düzeyinde eşitlikçi, özgürlükçü, yerel hizmetlerin  gerçekleşmesinde yoksul-dar gelirli yerleşimlere öncelikli, barışçıl ve demokratik projeler üretilmelidir.

Yönetime aday olanlar, alevilerin, farklı din, mezhep ve kültürlerin inanç özgürlüğünü ayrımsız savunmalıdır. İbadet mekanlarının restorasyonu desteklenmeli, güvenlikli kılınmalıdır Yönetmeye aday olanlar, sendikalaşmayı, sendika seçme özgürlüğünü, taşeron uygulamasına karşı kadrolu-güvenceli çalışma hakkını esas alan anlayış ve uygulamaların savunucusu olmalıdır.

Belediye emekçilerinin kadrolu, güvenceli istihdamını esas almalı, liyâkattan taviz verilmemeli, sendikaları tahakküm altına almaya çalışmadan, eşit ilişki kurabilmelidir. Sendikaların ve demokratik kitle örgütlerinin İzmir’de yerel demokrasinin gelişiminin bir parçası olduğu bilinmelidir. Kocaoğlu döneminde kadrolu olabilmek için hukuk yoluna başvuran ve işinden atılan tüm işçilerin yeniden iş başı yapmalarını sağlayacak adımlar atılmalıdır.

696 Sayılı kanun Hükmün’de kararnameyle  belediyelerde çalışan şirket işçileri, süresiz işçi statüsüne geçirilmişti.. Bu işçilere 2020 yılına kadar toplu iş sözleşmesi yapılmayacak, kadrolu işçi gibi 4 ikramiye verilmeyecek ve sosyal-ekonomik haklardan yararlanamayacaklar. Bu işçilere sadece düşük bir zam öngörülmektedir. Bu kararname eşitlik ilkesine aykırıdır. Kadroya geçirilme adı altında işçilerin ekonomik ve sosyal hakları gasp edilmiştir. Yerel yönetim adayları bu kararnameye karşı çıkmalı ve işçilerin ekonomik ve sosyal haklarını savunulmalı, eşitlik ilkesini temel almalıdır.

Toplu İş Sözleşmeleri (TİS) nin sendika, sendika olmayan iş kollarında işçi temsilcileriyle yapılmasını savunulmalı; grev hakkının önündeki engelleri kent bazında yok saymalıdır. Kıdem tazminatı hakkını güvenceye almalı; kiralık işçilik uygulamalarına karşı çıkmalıdır.

Çalışanlar arasında cinsiyet eşitliğini savunmalı; özellikle kariyer, kadro yükseltmede pozitif ayrımcı, ücret politikasında mutlak eşitlikçi olmalıdır.

Kentimizde kadın hak ve özgürlüklerine uygun koşulları oluşturmayı; kentin gecesi-gündüzüyle, toplu taşım araçlarıyla, sokaklarıyla güvenli kılıcı politikaları geliştirmelidir.

Gençliğin bilimsel-özerk-demokratik-parasız eğitim-öğretim hakkında her gün daha fazla artan eşitsizliğe karşı politikalar geliştirilmeli; barınma, ulaşım, beslenme konularında olanaklar yaratılmalıdır

Küçük üreticilere ve köylülere düşük oranlı kredi tahsisi, kooperatifleşme olanaklarını sağlamalı; Kooperatifleşmenin yaygınlaştırılması için üreticilere yardım ve destek politikaları (destekleme alımları) geliştirilmelidir. El emeği üretimi yapan kadınlara yerel pazarlarda ücretsiz  alanlar sağlamalıdır.

Tarım ve hayvancılığa yapılacak ekonomik destekleri yerel bütçe kaynaklarından yapmalı ve halka aracısız, ucuz beslenme olanaklarını sağlamalı; bunun için de üretim ve tüketim kooperatifleri kurulması için adımlar projelendirilmelidir.

Tarım emekçilerine yönelik bir ekonomik ve sosyal güvence ağı geliştirilmesini savunmalı; kırsal kesimde kadınlara yönelik özel bir sosyal güvenlik sistemini bu döngü içerisinde  projelendirilmesini savunarak uygulamasını gerçekleştirecek bir alan açmalıdır.

Tarım alanları, sulak alanlar, su kaynaklarının özelleştirmelere açılmasını, sermayeye bırakılmasına kararlılıkla karşı çıkmalıdır. Bu temelde HES, RES, Termik santrallerin yerlerini meslek örgütleri, uzmanlar ve yöre halkı ile belirlemeyi savunmalıdır. Güneş enerjisinden yararlanmanın yolları aranmalıdır.

Kentimiz yeşil alanlardan da il ve ilçe bazında otoparklardan da  yoksun durumdadır. Kentin yeşil alanları artırılmalı,ihtiyaçlar nüfus oarnında belirlenerek katlı otoparklar yapılmalıdır.

Hava kirliliği, araç yoğunluğu ve diğer nedenlerle yoğunlaşmıştır. Koah, astım, solunum yolu hastalıkları yüksek orandadır. Kentimizdeki hava kirliğini ortadan kaldıracak politikalar geliştirmek zorundayız.

Gıda güvenliğini denetimleri sıklaştırarak sağlamalı, BB bünyesinde araştırma laboratuarları kurmak projelendirilmelidir.

Yerel yönetimlerin ulaşım hizmetlerinden kar elde etmesi düşünülemez. Yerel yönetimler ulaşım hizmetini diğer gelirlerinden sübvanse etmelidir. Kentlerde ulaşım hizmetleri yerel yönetimlerin kamusal bir görevidir. Kentte yaşayan tüm yurttaşların toplu taşıma hizmetlerinden yararlanması asgari ücret esas alınarak yapılmalıdır.

Saygılarımızla

İmece-Der

 

  • 1.İzmire Sahip Çık

 

 

 

Olcay Çınar


OLCAY ÇINAR
10.08.1952 De Mardin’in Cizre ilçesinde doğdu.
Babası jandarma astsubayı, annesi ev hanımıdır. Dört kardeşin en büyüğüdür. Babasının mesleği dolayısıyla ilk okulu Bingöl ün Kığı, Mersin in Gülnar ilçelerinde, ortaokulu Kütahya da; liseyi İzmir Eşrefpaşa Lisesinde okudu.
Liseden sonra Ege Üniversitesi Makine Mühendisliğini kazandı. İlk yıllarında yurtsever devrimci hareketle tanıştı. Buca da özerk demokratik üniversite mücadelesi verirken bir yandan da faşizme ve emperyalizme karşı mücadelede Halkın Kurtuluşu saflarında yerini aldı.
Üniversiteyi bitirdikten sonra DSİ’de makine mühendisi olarak çeşitli görevlerde bulundu.
Kamu çalışanlarının sendika hakkı için mücadele etti ve KESK in İzmir deki yapılanması için çok emek verdi; Kamu İktisadi Teşebbüsü kurumların özelleştirilmesine;TEK in özel şirketlere devrine karşı mücadelede ön saflarda yer aldı.
Sevgili eşi Şenol la üniversite yıllarında anti faşist mücadele içinde tanıştı, mücadelede birlikleri evlilikle sonuçlandı. Bir erkek çocukları oldu.
Yakalandığı amansız hastalık nedeniyle 09.08. 2016 da aramızdan ayrıldı.
Bizlerle yaşayacak.

Trump’ın Gazze Planı: Emperyalist Barışın Kanlı Maskesi

 

Filistin halkının kanı daha kurumadan, Washington’da, Kahire’de, Riyad’da “barış” masaları kuruldu.

Gazze’nin enkazı üzerinde bir kez daha “demokrasi”, “yeniden inşa” ve “istikrar” kelimeleri dolaşıma sokuldu.

Emperyalizmin barışı, savaşın başka biçimidir.

İsrail Hükümeti ve Netanyahu,  katliamcıdır, yıkıcıdır.

Gazze Medya Ofisi 7 Ekim 2023’ten itibaren yapılan çatışmalar ve bombardıman sonucu “ölü veya kayıp” sayısını 67.880 olarak açıkladı. İsrail’in iki yıldır süren saldırılarında 38 hastane, 96 sağlık merkezi, 197 ambulans ve 61 kurtarma aracı tamamen tahrip edildi veya hizmet dışı kaldı. İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarının 70 milyar dolar maddi hasara yol açtığı açıklandı. Açıklamada, 148 bin konutun ciddi şekilde hasar gördüğü, 288 bin Filistinli ailenin evsiz kaldığı, 835 caminin tamamen yıkıldığı açıklandı. Ayrıca, 600 gün boyunca sınır kapılarının kapalı tutulması nedeniyle yüz binlerce aracın Gazze’ye girişine engel olunduğu ve bu durumun açlık, yokluk ve yetersiz beslenmeye yol açtığı açlıktan bebeklerin öldüğü açıklandı.

Ekim 2023’ten bu yana 254 gazeteci öldürüldü, 433 gazeteci yaralandı ve 48 gazeteci alıkonuldu. Ayrıca, 12 yazılı basın organı, 23 dijital medya platformu ve 16 televizyon kanalı hedef alındı. Medya sektöründeki kaybın 800 milyon dolar olduğu tahmin ediliyor.

Trump barışının arkasındaki kanlı tablo budur. Bu barış anlaşmasında İsrail hükümetinin savaş suçlarıyla ilgili bir madde yoktur. Emperyalizm, İsrail’in savaş suçlarını aklamak ve Filistin direnişini silahsızlandırmak istiyor.

Barışın değil, tasfiyenin planı

Trump’ın 2025 tarihli “Gazze Barış Planı”, görünürde bir ateşkes ve yeniden inşa projesidir; özünde ise Filistin direnişinin silahsızlandırılması, İsrail’in güvenlik hattının kalıcılaştırılması ve ABD’nin bölgesel denetiminin yeniden tesis edilmesidir.

Planın 20 maddesi; af, sürgün, teknokratik geçiş hükümeti, uluslararası fon ve denetim mekanizmaları gibi unsurlarla sömürgeci bir mandacı düzenin diplomatik versiyonunu kuruyor.

Hamas’ın politik varlığı “terörizm” parantezine sıkıştırılırken, İsrail’in işgali “meşru savunma” statüsüne yükseltiliyor, bu sorunun öznesi olan işgale, bombardımanlara, kırıma, zulme, açlığa, yokluğa karşın Filistin halkının direnişi, topraklarını terk etmeyişi gözlerden  sakınılmaya çalışılıyor.

Bu dil, sadece diplomatik bir tercih değil; emperyalizmin ideolojik tahakkümünün yeniden üretimidir.

“Gazze Yeniden İnşa Fonu” adı altında planlanan mali yapı, tıpkı Irak’ta ve Libya’da olduğu gibi, yıkımı yeniden kâr alanına çevirecek bir savaş sonrası sermaye ihracı programıdır.

Filistin halkının emeği, toprağı ve geleceği yeniden satılık hale getiriliyor.

 Ateşkes: Emperyalizmin nefes molası

9 Ekim 2025’te Mısır’da imzalanan ateşkes, savaşın yıkımını durdurmak açısından insani bir gereklilikti; fakat siyasal olarak, emperyalist planın uygulama önsözü niteliğindedir.

72 saatlik esir değişimi, İsrail Silahlı Kuvvetleri’nin “sarı hatlara” çekilmesi ve uluslararası gözlemci statüsü gibi maddeler, direnişi etkisizleştirirken İsrail’in kontrol alanlarını yasal zemine oturtmaktadır.

Bu ateşkes, halkın nefes alması için değil, emperyalizmin yeniden örgütlenmesi için verilmiş bir aradır.

Trump’ın ve Netanyahu’nun ağzından dökülen her “barış” sözü, aslında direnişin teslimiyetini talep etmektedir.

Oysa Filistin halkı teslim olmadı, olmayacak da.

Her kuşatmanın, her yıkımın ardından yeniden dirilen bu halk, tarihin en büyük yalanını bir kez daha reddediyor:

“Barış, emperyalizmin armağanı değildir; Gazze’yi terketmeyen Filistinlilerin direnişinin zaferidir.”

Türkiye ve bölgesel eksen: NATO misyonu, Yeni Osmanlı vitrini

Anlaşmanın altında Türkiye, Suudi Arabistan, BAE, Katar, Ürdün ve Mısır’ın imzaları bulunuyor. Bu tablo, ABD’nin bölgesel stratejisinin güncellenmiş biçimidir: “kontrollü istikrar”ın yerli ortakları.

Türkiye’nin rolü, diplomatik söylemde “arabuluculuk” ve “insani destek” gibi kavramlarla tanımlansa da, pratikte NATO misyonuna entegre bir gözetim görevidir.

Erdoğan yönetimi, bu plan üzerinden hem ABD ile ilişkileri onarma hem de içeride “Gazze’nin hamisi” görüntüsüyle tabanının konsolidasyonunu hedeflemektedir.

Bahçeli ve benzeri çevrelerin milliyetçi çıkışları ise, bu teslimiyet çizgisinin üzerini örten retorik perdeden ibarettir.

Bu anlamda Türkiye, Filistin halkının yanında değil; emperyalist barış mimarisinin içinde yer alıyor.

Yeni Osmanlıcılık, bu kez NATO üniformasıyla sahneye çıkıyor.

 Filistin içindeki gerilim: Uzlaşı mı, tasfiye mi?

Ateşkes sonrası gündeme gelen “ulusal uzlaşı hükümeti” çağrıları, Filistin halkının birliğini değil, direnişin siyaseten tasfiyesini hedefliyor.

Filistin Kurtuluş Örgütü(PLO), ABD denetiminde “devletleşme” çizgisine yönlendiriliyor. Bu, Oslo sürecinin modernleştirilmiş bir tekrarıdır: “Devlet” vaadiyle halkın mücadelesini devre dışı bırakmak.

Filistin halkının gerçek birliği, emperyalizmin çizdiği sınırlar içinde değil, ortak kurtuluş programı içinde mümkündür.

Ne Filistin Kurtuluş Örgütünün (PLO) bürokratik uzlaşmacılığı, ne de Arap rejimlerinin işbirlikçiliği bu yolu açabilir.

Yolu açacak olan, devrimci demokratik direnişin yeniden örgütlenmesidir.

 Sonuç: Halkların barışı, emperyalist barışa karşı

Trump’ın “Gazze Planı” bir barış değil, yeni bir savaş hazırlığıdır.

Sömürgeciliğin dili değişmiş, maskesi modernleşmiş, ama özü aynı kalmıştır.

Filistin halkı bir kez daha dünyanın emperyalist merkezlerinden değil, kendi direnişinden güç alacaktır.

Gerçek barış, direnişin teslimiyetiyle değil, işgalin yıkılmasıyla sağlanır.

Gerçek özgürlük, ABD’nin planlarında değil, halkların enternasyonalist dayanışmasında filizlenir.

Gazze bugün yalnız değildir; çünkü onun direnişi, tüm halkların geleceğine ışık tutmaktadır.

Yaşasın Filistin halkının haklı mücadelesi!

ABD Ortadoğu’dan defol!

Kahrolsun Siyonizm ve emperyalizm!

 

 

 

 

 

 

 

İzmir’de Filistin’e Özgürlük Platformu’ndan Dayanışma Çağrısı: “Ateşkes Gazzelilerin Zaferidir”, İsrail’in İşlediği Savaş ve İnsanlık Suçları Unutulmamalıdır.

 

Filistin’e Özgürlük Platformu üyeleri, Alsancak Gar önünde toplanarak Türkan Saylan Kültür Merkezi önüne yürüdü. Yürüyüş boyunca katılımcılar “Katil ABD, Katil İsrail”, “ABD Ortadoğu’dan defol” ve “Ateşkes Gazzelilerin zaferidir”, “Nehirden denize özgür Filistin” sloganlarını attı. Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde yapılan basın açıklamasında platform, Gazze’de ilan edilen ateşkesin direnişin kazanımı olduğunu ve Trump-İsrail planına karşı Gazzelilerin planına sahip çıkılmasını vurguladı.

Yürüyüşte dayanışma vurgusu

Filistin’e Özgürlük Platformu’nun Alsancak Gar’dan başlayan yürüyüşüne yüzlerce kişi katıldı. Katılımcılar yürüyüş boyunca pankartlar taşıdı, Filistin bayraklarıyla yürüdü. Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde toplanan grup adına okunan basın açıklamasında, Gazze’de aylardır süren saldırılara dikkat çekildi ve ateşkesin “Gazzelilerin direnişi sayesinde” kazanıldığı belirtildi.

“Bugün Gazze’de mutluluk var, çocuklar aylar sonra ilk kez gülümsüyorlar. Ateşkes birilerinin Gazzelilere bahşettiği bir gelişme değil, direnen Gazze halkının somut kazanımıdır.”

Açıklamada, yürüyüş boyunca atılan sloganların Gazze’ye yönelik uluslararası dayanışmanın bir göstergesi olduğu ifade edildi.

Trump planı eleştirildi

Platform, ABD’nin gündeme getirdiği “Trump Planı”nı sert sözlerle eleştirdi. Açıklamada plana ilişkin şu değerlendirme yer aldı:

“Trump’ın planı açlığı, ölümleri ve soykırımı durdurmak için açıkça şantaj yapan bir öneridir. Plana göre sorumluluk Gazze halkına veya direniş örgütlerine yıkılmak istenmektedir; oysa sorumluluk işgali sürdüren politikaların kendisindedir.”

Platform, planın “soykırım sürecini direnişin tutumuna indirgeyen” yaklaşım taşıdığını vurguladı.

Ateşkesin sürdürülebilirliği ve hesap talebi

Basın metninde Gazze’nin yeniden inşası, sağlık, barınma ve gıda yardımlarının hızla sağlanması gerektiği vurgulandı. Aynı zamanda İsrail’in savaş ve insanlık suçlarının unutulmaması, işlenen suçların hesabının sorulması çağrısı tekrarlandı:

“İsrail bir soykırım gerçekleştirmiştir. En az 67 bin Filistinli öldü; ölenlerin 19 bini çocuktur. Bu suçların her birinin hesabı sorulana dek mücadeleye devam edeceğiz. Unutmayacağız. Affetmeyeceğiz.”

Açıklamada İsrail’e ekonomik, askeri, siyasi, ticari ve kültürel ambargo uygulanması talep edildi.

Sumud Filosu ve küresel dayanışma

Açıklama metninde Sumud Filosu’na atıf yapılarak filonun “soykırıma karşı insanlığın onuru” olduğu ve küresel intifada ile dayanışmanın önemli bir simgesi haline geldiği belirtildi. Platform, uluslararası aktörlere çağrıda bulunarak, Trump–İsrail planına karşı Gazzelilerin planına sahip çıkılmasını istedi:

“Bu planın adı: ‘Nehirden denize özgür Filistin!”

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri,10 Ekimi Unutmayacağız. Faşizmin Tüm Katliamlarının Sorumluları Cezalandırılacak; Emek Kazanacak, Demokrasi Kazanacak, Barış Kazanacak!

10 Ekim’in 10. Yılı: Barış Karanfilleri, Adalet Arayışı ve Cezasızlık

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri, 10 Ekim Ankara Katliamı’nın 10’uncu yıldönümünde Alsancak Gar karşısındaki 10 Ekim Anıtı önünde bir araya geldi. Anmada, “Katil IŞİD, işbirlikçi AKP”, “10 Ekim’i unutma, unutturma”, “Faşizme karşı omuz omuz”, “Faşizme ölüm halka hürriyet” sloganları yükselirken, yalnızca bir yas değil; on yıldır süren bir adalet mücadelesinin sürekliliği de görünür hale geldi.

Anmaya katılanlar arasında 10 Ekim’de yaşamını yitirenlerin aileleri, yaralılar, sendikalar, demokratik kitle örgütleri ve siyasi partiler yer aldı. Konak Belediye Başkanı Nilüfer Çınar Mutlu, Karabağlar Belediye Başkanı Helil Kınay ve DEM Parti İzmir Milletvekili İbrahim Akın da alandaydı. Anma, bir dakikalık saygı duruşunun ardından yapılan konuşmalarla devam etti.

Katliamdan ağır yaralı kurtulan ve 10 Ekim Barış ve Dayanışma Derneği İzmir Temsilcisi Mustafa Özdağ, konuşmasında o gün yaşananları hatırlatarak, “Devletin polisi üzerimize gaz sıktı, yaralıları pankart bezleriyle ambulanslara taşıdık. Yılmadık ve vazgeçmeyeceğiz” sözleriyle hem öfkeyi hem direnci dile getirdi..Özdağ, katliamdan sonra “Oylarımız arttı diye sırıtanlar…400 vekili verin bu iş bitsin” diyenler ve barış isteyen akademisyenlere tahammülsüzlük gösterenlerin asıl katiller olduğunu belirterek, hakikatler ortaya çıkana ve sorumlular yargılanana kadar adalet arayışından vazgeçmeyeceklerini vurguladı.

Katliamda yitirilen Mesut Mak’ın eşi Evrim Mak ise, 10 Ekim’i yalnızca IŞİD’in değil, devletin ihmalinin ve bilinçli görmezden gelişinin ürünü olarak tanımladı: “Bombacıların isimleri istihbaratın elindeydi. Ama önlem alınmadı, aramalar kaldırıldı. Devlet yurttaşını korumak yerine hedef haline getirdi. ”Mak’ın sözleri, on yıldır süren davalar boyunca tartışılan en temel soruya yeniden işaret etti: Katliam neden ve nasıl önlenmedi?

10 Ekim 2015 sabahı, Türkiye tarihinin en büyük sivil katliamı yaşandı. Emek, Barış ve Demokrasi Mitingi için Ankara Garı önünde toplanan binlerce yurttaş, iki IŞİD üyesi canlı bombanın saldırısına uğradı; 103 kişi yaşamını yitirdi, yüzlercesi yaralandı.

Bu saldırı, sadece bir terör eylemi değil, 2015 sonrası Türkiye siyasetinin yönünü belirleyen ve AKP MHP faşizminin tahkimi olarak tarihe geçti. 7 Haziran seçimleri sonrası yeniden tırmandırılan çatışma politikaları, faşizmin dilin toplumsal alanı kuşatması ve savaş atmosferinin yeniden inşasıyla birleşti. 10 Ekim bu atmosferin en kanlı tezahürüydü.

Davada 9 sanık hakkında 101 kez ağırlaştırılmış müebbet cezası verilmiş olsa da, kamuoyu ve aileler açısından dava “bitmiş” sayılmıyor. Çünkü, saldırının arkasındaki siyasi sorumluluk zinciri hâlâ aydınlatılmadı.

Ailelerin sık sık dile getirdiği gibi, “IŞİD’in Türkiye’de eylem yapabileceği” yönünde istihbarat raporları önceden hazırlanmış, hatta saldırganların kimlikleri belirlenmişti. Ancak hiçbir engelleme yapılmadı. Dönemin güvenlik ve istihbarat kurumlarının ihmalleri, istihbari bilgilerin gereğinin yapılmaması siyasi iktidarın politikalarına uygun bombalı saldırılara ön açılması, yurttaş güvenliğini sağlama yükümlülüğünü fiilen ortadan kaldırdığı gibi emek demokrasi ve barış isteyenlerin sindirilmesi, ezilmesi ve muhalefetin  korkutulması ve yok edilmesi amaçlandı.

10 Ekim, Türkiye’de devletin “cezasızlık geleneği”nin yeniden üretildiği bir olay olarak da okunuyor. Ailelerin, “IŞİD’i aklamaya çalışan” yargı süreçlerine dair eleştirileri, adalet sisteminin iktidarın politikaları doğrultusunda  siyasallaşmasının, çarpıcı bir örneği oldu.

Her duruşmada yinelenen talepler, Türkiye’deki birçok toplumsal kesimin ortak talebiyle buluşuyor: Gerçek sorumluların yargılanması ve kamusal hafızanın temizlenmesi.

İzmir’deki anmada bu hafıza direnci güçlüydü. “Katillerden hesabı emekçiler soracak”, “Faşizme ölüm, halka hürriyet” sloganları, sadece geçmişe değil bugüne de söylenmişti. Çünkü 10 Ekim’in bıraktığı travma, aynı zamanda bugün hâlâ süren faşizmin tahkiminin, savaş politikalarının da izdüşümü.

Anma, Gündoğdu Meydanı’na yürüyüş, denize karanfil bırakma ve Alsancak Gar’daki fotoğraf sergisiyle son buldu. “Barış karanfillerimize sözümüz var” pankartı, on yıldır değişmeyen bir iradeyi simgeliyordu:

Bugün 10 Ekim sadece bir anma günü değil, Türkiye’de demokrasinin, barışın ve toplumsal hafızanın yeniden kurulması ve mücadelesinin bir sembolü.

10 yıl önce Ankara Garı önünde patlayan bombalar, bir dönemin karanlığını açığa çıkardı; o günden bugüne süren adalet arayışı, bu karanlığa karşı yakılmış bir direniş meşalesi olmaya devam ediyor.

İzmir’deki anma, sadece geçmişin acılarını değil, bugünün politik sorumluluklarını da hatırlatıyor. 10 Ekim, Türkiye’nin faşizme karşı demokratik geleceği için bir vicdan sınavı olmaya devam ediyor.

Unutmamak, özgürlük, barış ve adalet mücadelesinin ilk adımıdır.

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri: İşgale ve Soykırıma Hayır. Filistin Halkının Yanındayız

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri, İsrail’in Gazze’de sürdürdüğü soykırımın 2. yılında Alsancak Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde bir basın açıklaması düzenledi.

Eylem öncesinde Emek Partisi (EMEP), Emekçi Hareket Partisi (EHP), DEM Parti, Sosyalist Meclisler Federasyonu (SMF), Türkiye İşçi Partisi (TİP) ve Toplumsal Özgürlük Partisi (TÖP) üyeleri Alsancak ÖSYM önünde toplanarak Türkan Saylan Kültür Merkezi’ne yürüdü.

Yürüyüş boyunca “Katil İsrail, işbirlikçi AKP”, “Denizlerin yolunda, Filistin’in yanında” ve “Filistin halkı yalnız değildir” sloganları atıldı. Siyasi partiler üzerinde  amblemlerinin olduğu “Soykırımın 2. yılında savaşa ve emperyalizme karşı Filistin halkının yanındayız” yazılı ortak pankart taşıdı.

Yürüyüşün ardından Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde, Emek ve Demokrasi Güçleri ” İşgale ve soykırıma hayır Filistin halkının yanındayız” pankartını  açtı.  Burada  gerçekleştirilen basın açıklamasını İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri adına İzmir Barosu Genel Sekreteri Zöhre Dalkıran okudu. Açıklamaya Emek Partisi Genel Başkanı Seyit Aslan ve Dem Parti  geçmiş dönem milletvekili Musa Piroğlu da katıldı.

Açıklamanın tam metni şöyle:

“Değerli basın emekçileri, değerli halkımız,

Dünyanın gözü önünde bir soykırım yaşanıyor. Filistin haritadan silinmek, Filistinlililer kitlesel bir şekilde yok edilmek isteniyor. Bu haksız, acımasız ve hiçbir kurala uymayan saldırı tüm dünyanın seyrettiği şekilde, şekli kınamalar haricinde hiçbir müdahalede bulunmadan sürüyor. Bu barbarlık, bu faşizm, bu emperyalist vahşet, yine emperyalist güçler tarafından besleniyor, destekleniyor, planlanıyor, uygulanıyor.

Bu vahşet öyle bir boyuttadır ki en temel insani yardımların dahi bölgeye ulaştırılması engellenerek silahlarla katledilen insanlar şimdi de açlık ve susuzlukla öldürülmek isteniyor.

Filistin’de soykırım uygulayan İsrail Devleti, Gazze’ye insani yardım ulaştırmak için yola çıkan uluslararası SUMUD Filosu’na müdahale etmiş, filodaki aktivistleri gözaltına alarak insani yardımların Filistinlilere ulaşmasını da engellemiştir.

İsrail’in tüm uluslararası hukuku ayaklar altına alarak gerçekleştirdiği ve insani yardım taşıyan silahsız/sivil aktivistlerin hayatlarını tehlikeye attığı bu girişimin hiçbir insani, hukuki ve vicdani tarafı bulunmamaktadır.

Değerli basın emekçileri,

Birleşmiş Milletler, Bağımsız Uluslararası Soruşturma Komisyonu’nu yetkilendirmesine ve bu komisyon tarafından geçtiğimiz ay itibariyle Filistin’de soykırım suçunun tüm unsurlarının mevcut olduğu yönünde rapor hazırlamasına rağmen hem bu barbarlığın durdurulmaması kabul edilemez bir durumdur hem de SUMUD Filosu ve ona benzer yardım girişimlerinin Filistin’e insani yardım ulaştırmasının hem hukuken hem de meşruiyet açısından son derece haklı olduğu tartışmasızdır.

Her sözlerinde barıştan bahsedip savaştan beslenen emperyalist güçler sessiz kalsa da, bu vahşeti desteklese de dünyanın dört bir yanında halklar Filistin’e desteği büyütmeye devam edeceklerdir. Bu emperyalist barbarlığı durdurmak tüm dünya emekçilerinin, yoksullarının birlikte hareket etmesiyle mümkün olacaktır. Madem uluslararası hukuk emperyalist güçlerin elinde bir oyuncak haline getirilmiştir halklar bu hukuku yeniden inşa etmek, uygulatmak zorundadır.

Bu vahşet bir an önce durdurulmalı, Filistin özgür, halklar barış ve kardeşlik içinde yaşamalıdır.”

Filistin’in   İşgali ve Soykırımı. Günün  İnsanlık Sınavı. Gazze İşgali Sonlanmalı, Filistin Devleti Tanınmalı ve Özgür Olmalıdır.

On binlerce insan öldü. Çocuklar hala açlıktan ölüyor, hastaneler ekipman yokluğundan, ilaçsızlıktan çaresiz. Gazze’de her gün tanık olduğumuz şey sadece bir savaş değil, sistematik bir yıkım, soykırım ve insanlığın dibe vuruşudur. “Demokrasi ve insan haklarını savunuyoruz” diyen batılı hükümetlerin İsrail’in yürüttüğü operasyonları görmezden gelmesi,  silah ve diplomasi desteğiyle bu savaşı beslemesi, çağımızın en büyük ikiyüzlülüğüdür. Tekelci kapitalizmin gerçek yüzü budur.  İsrail hükümetinin “kendini savunma” söylemi bu uygulamaların barbarlığını, Hitler faşizminden farksız uygulamalarını gizleyemez.

Gazze’de gerçekler; bombardımanlar, yerleşim yerlerinin, hastanelerin yıkımı, bebeklerin, çocukların, kadınların, erkeklerin katledilmesidir. Bugün, 2 Ekim 2025 itibarıyla Gazze Şeridi’nde İsrail’in saldırılarında toplam ölü sayısı 66.225’e ulaşmıştır. Son 24 saatte 77 kişi hayatını kaybetmiştir. Gazze’de açlıktan ölümlerin sayısı her geçen gün artmaktadır. Gazze Şeridi’nde açlık nedeniyle ölenlerin sayısı 455’e yükselmiştir. Bu ölümler, İsrail’in uyguladığı ablukaya, soykırıma bağlı olarak gıda, su, ilaç ve hijyen malzemelerine erişimin neredeyse imkânsız hale gelmesi sonucu meydana gelmiştir.

Gazze’deki Sağlık Bakanlığı, enkaz altında hâlâ binlerce kişinin cansız bedeninin bulunduğunu ve ölü sayısının artmaya devam ettiğini bildirmektedir

Her gün ekranlara pompalanan yalanların ardında çıplak bir hakikat var: abluka, bombardıman, yerleşimci genişleme ve açlığın savaş silahı hâline getirilmesi. Açlıktan ölen bir çocuk ne zaman “tehdit” oluşturur? Bu sorunun cevabını verebilecek bir vicdan kaldı mı? Binlerce ailenin topraklarından sürülmesi, sağlık kurumlarının hedef alınması ve temel gıda maddelerinin engellenmesi askerî bir operasyonun ötesinde, planlı bir imha ve soykırımı gösteriyor..

Siyonist İsrail devleti Gazze’deki soykırımının açlıkla terbiye biçiminde devam etmesine karşı ayağa kalkan dünya halklarının vicdanına karşı tahammülsüzlüğünü sürdürüyor. Onlarca ülkeden yüzlerce aydın, sanatçı, hekim, yazar ve daha birçok meslekten ve yaştan insanın halkların vicdanı adına insani yardım yüklü onlarca gemiyle Gazze’ye yelken açmalarına duyduğu öfkeyle hareket etmeye devam etti. Gece saatlerinde uluslararası sularda seyreden filoyu askeri gemilerle kuşattı. Yasa kural tanımadan gemilere giren silahlı İsrail askerleri gönüllüleri alıkoyarak gemileri kaçırdı.

Dünya halkları sokaklarda, meydanlarda, grevde. Öte yandan dünyanın dört bir yanında halklar sokağa çıkarak İsrail soykırımının durdurulması ve Sumud Filosu’na yönelik saldırının sonlandırılmasını istedi. İtalya’da işçi sendikaları, İsrail’in Küresel Sumud Filosu’na müdahalesini protesto etmek için 3 Ekim Cuma genel greve gitme kararı aldı. Sumud Filosu, sendikaların kararına “Sistematik adaletsizliğe karşı dik durmak işte budur” diyerek uluslararası dayanışma destek verdi umudunu, moralini besledi.

İsrail şu ana kadar filonun 44 gemisinden 21’ini durdurdu. Filonun internet sitesine göre 19 geminin de durdurulduğu varsayılıyor. Dört gemiyse yoluna devam ediyor ve Gazze’ye varmalarına az kaldı. Bunlardan biri en önde olan Mikeno. Durdurulan gemilerdeki onlarca aktivist gözaltında.. Son bilgilere göre 34 Türk aktivist de alıkonulanlar arasında. Alıkonulan gönüllülerden bazıları bu korsanlığa karşı “özgür kalıncaya kadar” açlık grevine başladı. O aktivistlerden Yunanistanlı Takis Politis, bazı aktivistlerle birlikte ‘özgür kalana dek’ açlık grevine başladığını duyurdu. Eylemciler “İnsanlığın bugün tek görevi soykırımı durdurmak.” dedi.

Bu direniş ve dayanışma yalnızca sembolik değil somut etkiler yaratıyor. Liman işçilerinin silah sevkiyatlarını engellemesi, sendikaların aldığı kararlar, örgütlü toplumun seferberliği baskı yaratıyor. Kamuoyu baskısı ve uluslararası dayanışma, hükümetlerin politikalarını sorgulatabiliyor; ticari ilişkiler, silah satışları ve diplomatik destekler üzerine etkide bulunabiliyor. Ancak bu yeterli değil; uluslararası hukuk, bağımsız soruşturmalar ve yaptırımlar bir an önce devreye sokulmalı. Netanyahu ve şürekası Naziler gibi Uluslararası mahkemelerde Soykırım ve İnsanlığa Karşı Suçlar kapsamında  yargılanmalıdır.

Batı’nın sözde “medeniyetleri” basit adımlarla katkı sağlayabilir: Filistin’i devlet olarak tanımak ve iki devletli çözümü desteklemek; göçmenlerin kabulünü kolaylaştırmak; rehinelerin serbest bırakılmasını talep etmek; savaş suçlarını kınamak ve bağımsız soruşturmalar açmak; siyasi ve ekonomik baskıyla ablukayı sona erdirmeye zorlamak. Bu adımlar, sadece insani bir gereklilik değil, bölgede kalıcı barışın ön koşullarıdır.

Ne var ki tekelci kapitalistlerin çıkarları insan hayatının da halkların bağımsızlık, özgürlük ve hatta varlığının önüne geçiyor. Silah üretimi, askeri endüstrinin karları ve jeopolitik hesaplar, Filistin halkının varlığının ve hayatının önüne geçiyor. ABD, Almanya ve diğer Batılı hükümetlerin sessizliği veya açık desteği, bu savaşın gerçek sponsorlarını ortaya çıkarıyor.

Trump hâlâ başkan olarak İsrail’e verdiği desteği sürdürüyor. Gazze’ye yönelik abluka ve bombardımanlar konusunda açık bir taraf olarak, Filistin halkının temel haklarını hiçe sayıyor. ABD bütçesinden sağlanan silah ve mali yardımlar, İsrail’in Gazze operasyonlarını doğrudan besliyor. Uluslararası yardım kuruluşlarına yönelik müdahaleler, açlık ve sağlık krizini daha da derinleştiriyor.

Trump yönetimi, İsrail’in işgal ve yerleşim politikalarını hukuksuz olarak kınamak yerine, “güvenlik hakkı” söylemiyle meşrulaştırıyor. Sözde “barış planları” ise, Filistin halkının taleplerini yok sayıyor, Gazze’yi ve Batı Şeria’yı kalıcı olarak denetim altında tutmayı amaçlıyor. ABD medyasını yönlendirme çabaları, sivil kayıpların göz ardı edilmesini ve İsrail propagandasının küresel kabulünü kolaylaştırıyor. Bu politikalar, sadece Trump’ın ilk dönem mirası olarak bugün de hâlihazırda yürürlükte olan bir uygulama olarak Filistin halkının yaşamını doğrudan etkiliyor. Trump’ın politikaları Netanyahu şürekasının politikalarını desteklemek ve Gazze’ye çökmek, işgal etmek  ve tekelci burjuvazinin ‘turizm cennetine’ dönüştürmektir.

Türkiye gibi ülkeler de bu emperyalist politikaların dışında değil. Yeni sömürge ülkemiz, emperyalizme karşı dik bir duruş sergileyemiyor. Tekelci kapitalistlerin  ve oların führerlerinin politikalarının işbirlikçileri olarak sözde “Yerli-milli” söylemlerle donatılmış hükümetler emperyalist pazarlıklar ve bağımlı siyasi, ekonomik ilişkiler nedeniyle somut, gerçek bir bağımsız politika izleyemiyor. Halkların çıkarı yerine devletlerin iktidar ve meşruiyet kaygıları öne çıkıyor. Oysa gerçek meşruiyet halktan alınır dış güçlerin onayıyla değil. Ne Boeing ve diğer ticari anlaşmalar ne savaş uçağı pazarlıkları bu gerçeği değiştirebilir.

Bugün yapılması gereken açıktır. Sessizlik suçtur. Halkların varlık ve yaşam hakkına, insan hakları ihlallerine, çocukların ölümüne, sağlık çalışanlarının hedef alınmasına karşı sesimizi yükseltmeliyiz. Protestolar, hukuki girişimler, insani yardım seferberliği önem taşımaktadır. Coğrafyamızdaki işçi sınıfı ve emekçiler, müslümanlar genel grev ve genel direnişlerle emperyalist saldırı  ve soykırıma karşı ayağa kalkmalıdır. Filistin halkının kurtuluşu, ne Hamas’ın gericiliğiyle ne Netanyahu’nun işgalciliği arasına sıkıştırılabilir. Gerçek barış, işgalin kaldırılması, halkların kendi kaderini tayin hakkının tanınması, adaletin tesis edilmesi ve emperyalist müdahalelerin ve İsrail siyonizminin politikalarının son bulması ile mümkündür.

Gazze için sessiz kalmayalım, bugün herkes insanlık sınavındadır. SUMUD Filosu yoluna devam edebilmeli, Gazze’ye ulaşmalıdır. İşgal, savaş ve soykırım durmalı Faşist soykırımcı Netanyahu ve şürekası yargılanmalıdır.

 

Muğla’da Tarihi Direniş: “Toprağımızı Vermiyoruz”

 

Muğla’nın Akbelen Ormanı ve çevresindeki 48 köy, Türkiye tarihinin en ağır çevre ve mülkiyet  saldırılarından birine tanık oluyor.  Sermaye,  köylülerin zeytin ağaçlarına, toprağına çöküyor. 19 Temmuz 2025 tarihinde TBMM’de kabul edilen 7554 sayılı Torba Yasa  köylülerin yaşam alanlarını, zeytinliklerini ve tarım arazilerini madencilik şirketlerinin insafına bırakıyor.

Kamuoyunda “Süper İzin Yasası” olarak bilinen bu düzenleme, 11. maddesiyle zeytinliklerin ve meraların madencilik faaliyetlerine açılmasını kolaylaştırıyor; ÇED, imar, orman ve mera yasalarının koruma hükümlerini fiilen devre dışı bırakıyor. Hukukçular, bu düzenlemenin Anayasa’nın 35. 44. ve 56. maddelerini ihlal ettiğini vurguluyor.

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın 7554 sayılı yasanın uygulanması için çıkardığı “Usul ve Esaslar” düzenlemesi üzerine, 77 zeytin üreticisi 18 Ağustos 2025’te iptal davası açtı. Davacılar, Danıştay’dan ivedilikle yürütmeyi durdurma kararı talep etti.

Ancak dava süreci daha ilk inceleme aşamasındayken, Akbelen’ de jandarma korumasında iş makineleri ağaçları sökmeye başladı. Köylüler, ağaçlara sarılarak direnmeye çalıştı; nineler ve kadınlar iş makinelerinin önüne geçmeye çalıştı, bazıları zorla alandan çıkarıldı ve gözaltına alındı.

Zeytin ağaçları köklerinden söküldü, dallar ve ürünler yerle bir oldu.

Toprak, verimsiz ve çıplak bırakıldı; yaşam alanları yok edildi.

Ürünler, yılların emeği ve köylülerin ekonomik geçim kaynağı heba oldu.

“Burjuva Hukuk devleti yok sayılıyor. Danıştay’ın ve Anayasa Mahkemesi’nin kararları beklenmeden fiilen hayatımıza son veriliyor.”, ” Kanuna aykırı emir uygulanmaz. Uygulayanlar da sorumluluktan kurtulamaz.” diyor hukukçular. Hukukun temel ilkeleri sermayenin çıkarları için  eğilip bükülüyor.  AKP MHP  iktidarı  sermayenin çıkarları gereği  mahkemeleri  iktidarın organı olarak kullanıyor. Mahkemeler  işbirlikçi tekelci burjuvazinin  çıkarlarına uygun  ve siyasi iktidara bağımlı kararlar  veriyor. Sınıflı bir toplumda mahkemeler her zaman ve zorunlu olarak iktidardaki sınıfın organlarıdır. Toplumsal mücadelelerin sonucu  ve mızrağın  çuvala sığmadığı  durumlarda, adalet  güdükde olsa gerçekleşiyor. Bugün AKP MHP  siyasi iktidarı mahkemeleri yürütmenin organı olarak  kullanıyor. İktidarın uygulamalarına düğme ilikleyen bir “adalet sistemi” var.

28 Eylül 2025 tarihinde (bugün) Muğla Menteşe’de gerçekleşen “Haklarımızdan Vazgeçmiyoruz, Toprağımızı Vermiyoruz” mitingi, Türkiye’nin dört bir yanından gelen binlerce kişiyle gerçekleşti. 48 köyden yurttaşlar, doğa ve çevre örgütleri, sendikalar ve siyasi partiler bir araya geldi.  CHP Genel Başkanı Özgür Özel, DEM Parti Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğulları, SOL Parti MYK Üyesi İlknur Başer, Yeşil Sol Parti adına Naci Sönmez, Kızıl Parti, EMEK Partisi Genel Başkanı Seyit Aslan, Yeni Yol Partisi adına Selçuk Özdağ, TÍP Milletvekili Sera Kadiğil başlıca katılımcılardı. Siyasi Parti Temsilcileri, TMMOB, TTB, Meslek ve kitle örgütleri, doğa ve çevre örgütleri insanın, ağacın, tüm canlıların  karıncanın böceğin, yaşam alanlarının  hakkını savunanlar “Zeytinime Dokunma”, “Toprağımızı Vermiyoruz”, “Süper İzin Yasası Meşru Değildir”, “Hak Hukuk adalet” dediler.

Muğla Belediye Başkanı Ahmet Aras; “Bizler bir avuç rantçıya karşı milyonlarız, hep beraber direneceğiz. Zeytin Anadolu topraklarının bekçisidir…Atalarınızın size bıraktığı, göz nuruyla diktiği zeytinliklerinizi, tarım alanlarınızı bu adamlara satmayın. Direnmelisiniz!” dedi.

TMMOB  Temsilcisi, “Akbelen’de ve ülkenin dört bir yanında ormanlarımıza, zeytinliklerimize, derelerimize, yaylalarımıza, verimli ovalarımıza, su kaynaklarımıza sahip çıkanlarla birlikte mücadele etmeye devam edeceğiz.”dedi.

TTB Merkez Konseyi Başkanı Prof. Dr. Alpay Azap da, “Bu ülke, bu topraklar, bu insanlar bu yaşananları hak etmiyor. Bu yalnızca bir doğa meselesi değil. Ölüme karşı yaşamı savunma, emperyalist işgale karşı memleketi savunma meselesidir” dedi.

CHP Genel Başkanı Özgür Özel: “Zeytin, bu toprakların bereketidir. Bir kanunla köylünün elinden alınamaz. Bu yasa iptal edilene kadar Akbelen’de, İkizköy’de, Muğla’nın her köyünde yanınızdayız.”, “Birileri geleceğimize savaş açmış. Demokrasiye savaş açmış. Biz bunun karşısında demokratik direnme hakkımızı kullanıyoruz ve kötülükle savaşıyoruz. Halk kazanacak, zeytin ağaçları kazanacak, doğa kazanacak” dedi.

DEM Parti Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğulları: “Bu sadece bir çevre mücadelesi değil, aynı zamanda yaşam hakkı mücadelesidir. Şirketlerin çıkarı için köylülerin toprağı gasp edilemez.”

Emek Partisi Genel Başkanı  Seyit Aslan,  Doğayı çevreyi, yaşam alanlarını, zeytinlikleri yok eden sermayeye peşkeş çeken  tek adam ve saray yönetimine karşı birleşik mücadele çağrısı yaptı.

Muğla Çevre Platformu temsilcisi: “Bugün burada yalnızca 48 köyün sesi değil, tüm Türkiye’nin vicdanı yükseliyor. Zeytinlerimizi sökmek istiyorlar; biz yaşamımızı savunuyoruz.”

1939 tarihli 3573 sayılı Zeytincilik Kanunu, zeytinlikleri koruma altına almıştı.

2003–2024 arasında AKP döneminde en az 8 kez yasa değişikliği teklifi gündeme geldi; her defasında kamuoyu tepkisiyle geri adım atıldı.

2025 yılında 7554 sayılı yasa ile şirketlere süper izin yetkisi verildi.

Asıl amaç, Yatağan, Yeniköy ve Kemerköy termik santrallerinin kömür ihtiyacını güvence altına almak. Ancak bu, köylülerin yaşam alanlarının, kültürel miraslarının ve doğanın şirket çıkarları uğruna yok edilmesi anlamına geliyor.

Menteşe mitingi, yalnızca çevreyi değil; aynı zamanda:

Mülkiyet hakkını, adil yargılanma ve hukuk güvencesini, sağlıklı çevrede yaşama hakkını, demokratik katılım hakkını savunan bir buluşma oldu. Köylüler ve yaşam savunucuları: “Bu reddediş yalnızca zeytinliklerimiz için değil; özgürlüğümüz, mülkiyet hakkımız ve en temel insan haklarımız için.” dedi.

Akbelen’de iş makinelerinin devirdiği her ağaç, heba edilen her ürün, zorla alandan çıkarılan kadınlar ve gözyaşları, bu mücadelenin simgeleri oldu. “Birlikte olursak başaracağız.”, “Zeytin ağaçlarımız, yaşamımızdır.”, “Toprağımızı vermeyeceğiz.”  Akbelen’den yükselen bu çığlık, yalnızca Muğla’nın değil, Türkiye’nin geleceğini savunan bir hukuk ve yaşam mücadelesine dönüştü. Her devrilen ağaç, heba olan ürün ve gözyaşı, bir direniş manifestos u olarak hafızalara kazındı.

Kâr ve rant uğruna tarımı, doğayı, çevreyi yok edenlere artık dur demeliyiz! Bu yatırımların sahipleri ve onları koruyan görevliler hesap vermeli, doğaya ve halka verdikleri zararlar tazmin edilmeli, adalet önünde cezalandırılmalıdır. Köylülerin sökülen talan edilen zeytinlikleri, tarım alanlarımız, otlaklarımız, ormanlarımız, madenlerimiz, enerji ve su kaynaklarımız başta olmak üzere tüm yeraltı ve yerüstü zenginliklerimiz korunmalı; halkın yararına ve sürdürülebilir şekilde kullanılmalı, tekellerin yağmasına kesinlikle izin verilmemelidir. Birlik olalım, sesimizi yükseltelim ve doğamızı, yaşam alanlarımızı savunalım!

Biz haklıyız ve direnmeye devam edersek, yaşam alanlarımızı geri kazanacağız. Birlik olursak, kararlı olursak, haklılığımızı gösterecek ve sermaye iktidarının engellerini aşacağız. Bugün burada sesimizi yükseltiyoruz; direnişimizle yaşam alanlarımızı savunacak ve baskılara boyun eğmeyeceğiz. Güç bizde, haklılık bizde!  Direnelim, mücadele edelim ve yaşam alanlarımızı geri alarak sermaye ve iktidarın üstünlüğünü kıracak bir geleceğe doğru yürüyelim.

ABD–NATO Bağımlılığına Son!

Türkiye–ABD ilişkilerinin çıplak niteliği, Erdoğan ile Trump arasında altı yıl sonra yapılan görüşmede bir kez daha açığa çıkmıştır. Tekelci sermaye düzeni Amerikan emperyalizmine göbekten bağlıdır ve her geçen gün daha derin bir bağımlılığa sürüklenmektedir.

200’den fazla Boeing uçağı için imzalanan milyarlarca dolarlık anlaşma, ABD’den LNG ve doğalgaz alımı için yapılan uzun vadeli sözleşmeler, gümrük tarifelerinin kaldırılması ve bilinmeyenler… Tüm bunlar Türkiye’yi zincir altına almıştır. Maliyeti 50 milyar doları aşan bu faturayı ödeyecek olan bizleriz: işçiler, emekçiler, gençler, kadınlar ve doğacak çocuklarımız.

Trump görüşmeyi “harika geçti” diye özetlerken, gerçekte istediği her şeyi aldığını açıkça ifade etmiştir:

Filistin halkına yönelik soykırım görmezden gelinmiştir.

Suriye’de “işler karışırsa senden bilirim” tehdidi yapılmıştır.

Rusya–Ukrayna savaşında ABD politikalarına tam uyum dayatılmıştır.

F-35 konusu, “önce ödevini yap” mesajıyla ertelenmiştir.

ABD, Erdoğan’a otoriter yönetimi için uluslararası meşruiyet verirken karşılığında ülkemize daha fazla bağımlılık ve teslimiyet dayatmıştır. “Yerli ve milli” masalı çökmüştür: Türkiye, Lockheed Martin’in en fazla F-16 sattığı ülke olmuştur.

Kurtuluş emperyalizmden ya da dış destekten gelmez. Kurtuluş kendi örgütlü gücümüzdedir!

Bağımsızlık, demokrasi ve özgürlük; ABD’ye bağımlı bir “otoriter” rejimin icazetiyle değil, halkın birleşik mücadelesiyle kazanılacaktır.

Kürecik, İncirlik ve tüm ABD/NATO üsleri kapatılsın!

Türkiye NATO’dan ayrılsın, halkların dayanışmasına dayalı bağımsız bir dış politika kurulsun!

Boeing, Lockheed Martin ve diğer emperyalist tekellerle yapılan tüm anlaşmalar iptal edilsin!

LNG ve doğalgaz anlaşmaları feshedilsin; enerji halkın yararına kamulaştırılsın!

İsrail’le tüm askeri ve ticari anlaşmalar iptal edilsin, Filistin halkıyla dayanışma büyütülsün!

Beyaz Saray koridorlarında meşruiyet arayanlar, emperyalist onayla iktidarlarını ayakta tutabileceklerini sanıyorlar; yanılıyorlar! Emperyalizm ve işbirlikçileri er ya da geç tarihin çöplüğünde yerlerini almaya mahkûmdur.

Kahrolsun emperyalizm!

Yaşasın halkların bağımsızlık, demokrasi ve özgürlük mücadelesi!

 

İzmir Kadın Platformu’ndan Diyanet hutbelerine ve iktidar politikalarına tepki: “Haklarımızdan, özgürlüğümüzden vazgeçmeyeceğiz!”

İzmir Kadın Platformu, Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde bir araya gelerek “Hayatlarımıza sahip çıkıyoruz, medeni haklarımızdan vazgeçmiyoruz” yazılı pankart açtı ve basın açıklaması yaptı. Kadınlar  “Yaşasın kadın dayanışması”, “Susmuyoruz korkmuyoruz itaat etmiyoruz”, “Jin jiyan azadi”, “Kadın yaşam özgürlük” sloganlarını attı. Kadınlar, iktidarın kadınların kazanılmış haklarına ve yaşamlarına dönük saldırılarını, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın son aylarda verdiği hutbeleri ve iktidarın ekonomik-sosyal politikalarını hedef aldı.

Hutbelerden kadınların haklarına saldırı

Platform, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın son aylarda camilerde verdiği hutbelerin kadınları hedef alan içeriklerle toplumu gerici bir çizgide yönlendirmeye çalıştığını belirtti.

27 Haziran 2025 tarihli hutbede, kamu işçilerinin toplu iş sözleşmesi sürecinde insanca yaşama talepleri, “kamu hakkına el uzatmak” olarak yorumlandı. Hutbede, “kamuya ait işleri yavaşlatmanın günah olduğu” iddia edilerek işçilerin grev ve hak arama mücadeleleri hedef alındı.

1 Ağustos hutbesinde, kadınların giyim tarzı gündeme getirilerek “modacılar ve medya çevrelerinin çıplaklığı özendirdiği, örtünmeyi değersizleştirdiği” savunuldu. Estetik operasyonlar “şeytanın oyunu” olarak nitelendi, dövmenin haram olduğu bildirildi.

8 Ağustos hutbesinde, vatandaşlara “otele değil, köyünüze gidin” çağrısı yapıldı. “Lüks ve israfın zirve yaptığı, helal ve haram hassasiyetinden uzak tatil anlayışının dinimizde yeri yoktur” denildi. Ancak hemen ardından Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın kızı Feyza Erbaş’ın babasının BMW marka lüks aracının anahtarlığını paylaşması, çocuklarının yurt dışı tatilleriyle övünmesi büyük tepki topladı.

15 Ağustos hutbesinde ise bu kez kadınların miras hakkı hedefe kondu. “Kız çocuklarının Allah’ın takdir ettiği hakka razı olmaması kul hakkıdır” denilerek kadınların miras hakkı tartışmaya açıldı.

Kadın Platformu, bu hutbelerin yalnızca dini yorum değil, doğrudan anayasal eşitlik ilkesine saldırı niteliği taşıdığını vurguladı.

“Orta Vadeli Program bize daha çok yoksulluk vadediyor”

Basın açıklamasında hükümetin ekonomik politikaları da sert sözlerle eleştirildi. İktidarın hazırladığı Orta Vadeli Program’ın işçilere ve emekçilere daha fazla yoksulluk, esnek çalışma ve sömürü dışında bir şey sunmadığı kaydedildi. Kadınlar, “Çocuklarımız iş cinayetlerinde ölüyor, işe giderken katlediliyor. Bize ölüm ve yoksulluktan başka bir şey vermeyen bu düzeni ancak mücadelemizle değiştireceğiz” dedi.

“Hutbelerle hayatımız denetleniyor”

İzmir Kadın Platformu, her cuma minberlerden yükselen sözlerle kadınların yüzyıllardır mücadele ederek kazandığı hakların hedef alındığını söyledi. Açıklamada şu ifadelere yer verildi:

“Kadınların miras hakkı tartışmaya açılıyor, giyimi üzerinden hedef gösteriliyor.

Camilerde hutbeler okutularak kadınların yaşamı denetlenmeye çalışılıyor. Sokaklarda her gün bir kadın öldürülüyor; fabrikalarda, ofislerde, atölyelerde kadınlar tacize, mobinge, eşitsizliğe maruz kalıyor. Ama biz kadınlar, bu karanlığa teslim olmayacağız. Yıllar süren mücadeleyle kazandığımız haklarımızdan, özgürlüğümüzden bir adım geri çekilmeyeceğiz.”

“Mirasımızı, bedenimizi, emeğimizi kimseye bırakmayacağız”

Platform, kadınlara yönelen şiddetin, miras ve beden üzerinden kurulan denetimin, işyerlerinde süren taciz ve mobbingin bireysel değil örgütlü bir zihniyetin ürünü olduğuna dikkat çekti. Açıklamada şu ifadeler öne çıktı:

“Miras hakkımızı gasp etmeye kalkanlara, kıyafetimizi bahane ederek bedenimizi denetlemeye çalışanlara, hutbelerle eşitliğimizi yok sayanlara, fabrikalarda tacizi ve mobingi görmezden gelenlere karşı her yerde ayağa kalkıyoruz. Yaşam hakkımız pazarlık konusu değildir. Miras hakkımız, emeğimiz, bedenimiz ve özgürlüğümüz kimsenin fetvasına, patronun keyfine, gerici düzenin kurallarına teslim edilmeyecek!”

“Devlet kurumları kadınların haklarını hedef alıyor”

Basın açıklamasında iktidarın farklı kurumlarının kadınların haklarını hedef alan uygulamaları da detaylandırıldı.

Sağlık Bakanlığı, sezaryen doğumları fiilen engelleyerek kadınları vajinal doğuma zorluyor.

Milli Eğitim Bakanlığı, MESEM projeleri ile çocuk işçiliğini meşrulaştırıyor.

Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, kadınların güçlendirilmesi için günlük yalnızca 38 kuruş ayırırken evlilik kredileriyle aileyi güçlendirmeyi hedefliyor.

Adalet Bakanlığı, artan kadın cinayetlerine karşı önleyici yasaları uygulamak yerine cezasızlık politikaları ile failleri cesaretlendiriyor.

Diyanet’in ise geçmişten bugüne hutbeleri ve fetvalarıyla kadın-çocuk-LGBTİ+ düşmanlığını tırmandırdığı vurgulandı.

Talepler net

Kadın Platformu’nun talepleri ise şu şekilde sıralandı:

Kadına yönelik şiddete karşı yasalar etkin olarak uygulansın.

Nafaka, boşanma ve miras hakkına yönelik saldırılara son verilsin.

Kürtaj ve sezaryen üzerindeki fiili yasaklamalar kaldırılsın.

ILO 190 uygulanmaya başlansın.

Açıklamanın sonunda kadınlar, “Ne sizin kadın düşmanı yasalarınızı tanıyoruz ne de hutbelerinizi! Bizi hapsetmeye çalıştığınız kutsal aile düzeninize sığmıyoruz. Emeğimiz, bedenimiz, kimliğimiz, özgürlüğümüz için mücadelemizden asla vazgeçmeyeceğiz” mesajı verdi.

 

 

12 Eylül Askeri Faşist Darbesi 45.Yılında

 

12 Eylül Askeri  Faşist Darbesinin 45. Yılında

Faşizmi Lanetliyor Faşizme Karşı Mücadelede Direniş Çiçeklerini Saygıyla Anıyoruz

12 Eylül 1980’de gerçekleştirilen faşist askeri cunta darbesinin üzerinden tam 45 yıl geçti. Darbe, yalnızca ülkemizin demokratik kurumlarını yok etmekle kalmamış, işçi sınıfı, emekçiler, kadınlar, gençler ve ilerici güçler üzerinde kalıcı bir baskı ve terör rejimi oluşturmuştur. Bu nedenle bugün bir kez daha haykırıyoruz: Faşizme karşı mücadele, demokrasi ve özgürlük mücadelesidir.

12 Eylül: Halkın Mücadelesine Karşı Amerikancı Darbe

45 yıl önce, Türkiye’de işçi sınıfının, emekçilerin, gençlerin ve ilerici güçlerin yükselttiği özgürlük, demokrasi ve eşitlik mücadelesi, ABD ve NATO desteğiyle bastırıldı. Darbe ile:

TBMM, siyasi partiler, sendikalar ve ilerici kurumlar kapatıldı,

Grevler ve direnişler yasaklandı, toplu iş sözleşmeleri askıya alındı,

Yüz binlerce kişi gözaltına alındı ve işkence gördü. İşkenceyle öldürüldü.

Yüzlerce insan idam edildi, kaybedildi, akibeti, gömülü olduğu yerlerin hala nerede olduğu bilinmeyenler var;

Askeri cezaevleri, emniyet müdürlükleri, “gayrıresmi” mekanlar sınırsız, pervasız ve sistematik işkence merkezlerine dönüştürüldü.

Darbenin bilançosu resmi belgelerle sabittir:

Araştırmalara göre 12 Eylül Askeri Darbesi’nin toplumsal ve siyasal bilançosu şöyledir:

1 milyon 683 bin kişi ‘fiş’lendi.

650 bin kişi gözaltına alındı.

Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı.

7 bin kişi idam istemiyle yargılandı.

517 kişiye idam cezası verildi.

259 kişinin idam dosyası Yargıtay’ca onandı.

49 kişi idam edildi

71 bin kişi 141, 142 ve 163’den yargılandı.

98 bin 404 kişi ‘örgüt üyesi’ olmak suçundan yargılandı.

388 bin kişiye pasaport verilmedi.

14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarıldı.

30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti.

300 kişi ‘kuşkulu bir şekilde’ öldü.

171 kişinin ‘işkenceden öldüğü belgelerle kanıtlandı.

14 kişi cezaevindeki uygulamaları protesto etmek için yaptıkları ‘açlık grevi’ sonucu yaşamını yitirdi.

30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı.

1402 sayılı yasa nedeni ile 3 bin 854 öğretmenin ve 120 öğretim görevlisinin işine son verildi.

1402 sayılı yasa nedeniyle 9 bin 400 kişi kamu görevinden atıldı ya da sürüldü.

47 yargıç görevden atıldı.

7 bin 233 devlet görevlisi bölgeleri dışına sürüldü.

937 film ‘sakıncalı’ bulunduğu için yasaklandı.

23 bin 667 derneğin faaliyeti durduruldu.

İstanbul’da gazeteler toplam 300 gün yayımlanmadı.

13 büyük gazete için 303 dava açıldı.

31 gazeteci cezaevine konuldu.

Gazeteciler hakkında toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi.

Gazetecilere toplam 3 bin 715 yıl hapis cezası verildi.

300 gazeteci saldırıya uğradı.  3 gazeteci öldürüldü

49 ton gazete ve dergi imha edildi, Yüzbinlerce yayına el konuldu ve imha edildi. Sadece Bilim ve Sosyalizm yayınlarına ait 113.607 kitap yakıldı. Sol yayınlarına el konuldu ve yakıldı. Yayınevi sahipleri gözaltına alındı, tutuklandı, işkence gördü. İlhan Erdost işkence yapılarak öldürüldü.(1)

Tüm bu rakamlar, 12 Eylül’ün toplumsal belleğimizde yarattığı derin ve kalıcı yaraları gözler önüne sermektedir.

Ekonomik ve Sosyal Etkiler; 24 Ocak Kararları ve Sendikal Baskı

12 Eylül darbesi, 24 Ocak 1980 kararlarının uygulanması ve neoliberal ekonomik dönüşümün önünün açılması için bir araç olarak kullanıldı. Darbe ile işçi sınıfı ve emekçilerin kazanılmış hakları sistematik olarak tasfiye edildi;

Sendikal faaliyetler durduruldu, grevler yasaklandı, toplu iş sözleşmesi hakkı askıya alındı, mücadeleci konfederasyon DİSK kapatıldı; yöneticileri gözaltına alındı, tutuklandı.

Nisan 1981–Eylül 1983 arasında 148 toplu iş sözleşmesi Yüksek Hakem Kurulu tarafından bağıtlandı;

1980–1987 arasında reel ücretler yüzde 40 geriledi,

Emekçilerin örgütlenme oranı yüzde 40’tan yüzde 10’lara düştü.

Bu süreç, işçilerin önce örgütlerini, sonra özlük haklarını, giderek iş güvenliklerini kaybetmelerine yol açtı. 12 Eylül ile başlayan ve Özal dönemiyle derinleşen özelleştirme politikaları, bugüne kadar kesintisiz şekilde sürdürülmekte; uluslararası sermaye ve çokuluslu şirketlere tam açılma, toplumsal zenginlik ve doğal kaynakların talanını hedeflemektedir.

Siyasal ve İdeolojik Dönüşüm

12 Eylül darbesi, yalnızca emekçileri değil, toplumun ilerici birikimini, kazanımlarını de hedef aldı. ABD’nin “Yeşil Kuşak” projesi doğrultusunda Türk-İslam sentezi resmi ideoloji haline getirildi:

Tarikatlar, cemaatler ve gerici yapılar devletin merkezine taşındı,

Din dersleri zorunlu hâle getirildi, toplumsal yaşamın dincileştirilmesinin önü açıldı.

Bu ideolojik dönüşüm, bugün hâkim olan siyasal İslamcı rejimin temellerini attı ve toplumun eğitim, kültür ve sosyal yaşamını doğrudan etkiledi.

Kürt dili, kimliği yok sayıldı, düşmanlaştırıldı; kürt olmak sorgu merkezleri ve cezaevlerinde işkence ve vahşetin ayrı bir nedeni olarak görüldü. Toplumda ayrıştırma, düşmanlaştırma politikaları uygulandı.

Darbenin Kurumsallaşması ve Günümüzdeki Sürekliliği

1982 Anayasası, cunta tarafından tekelci burjuvazinin iktidarını pekiştirmek için yapıldı. Bugün hâlâ, AKP iktidarıyla birlikte yeni mekanizmalar da devreye sokularak, hukuk tanımaz uygulamalarla faşizmin varlığı sürmektedir.

2010 ve 2017 Anayasa değişiklikleri ile kuvvetler ayrılığı fiilen yok edildi,

Parlamenter sistem tasfiye edilerek tek adam rejimi kuruldu,

Belediye başkanları, seçilmişler kayyımlarla görevden alındı, muhalefet susturulmaya çalışıldı;

OHAL ve KHK rejimiyle binlerce kamu çalışanı ihraç edildi,

Eğitim, sağlık, adalet ve medya-habercilik alanlarında gericilik ve sermaye çıkarları hâkim kılındı.

Bugün uygulanan politikalar, 12 Eylül’ün kurumlaşmış ve kalıcı sonuçlarıdır. AKP iktidarı, dincileştirilmiş, toplumsal cinsiyetçi uygulamaları yoğunlaştırarak, eğitim sistemiyle “dindar ve kindar gençlik” yetiştirmekte; doğa ve yaşam alanlarını çokuluslu şirketlerin talanına açmaktadır.

Faşizme Karşı Mücadele Günceldir

12 Eylül darbesi, işçi sınıfı ve emekçilerin yükselen mücadelesine karşı yapılmış bir saldırıdır. Bugün de emekçiler iş ve örgütlenme güvencesi, iş güvenliği olmaksızın düşük ücretle, işsizlik tehdidi altında, yoksullukla mücadele etmektedir; kadınlar ve gençler gericiliğin baskısı altında, gelecek belirsizliği içerisinde umarsızlaştırılarak ezilmektedir.

Tarih bize göstermiştir ki kaybedilen her şey yeniden kazanılabilir. Emekçilerin, kadınların ve gençlerin birleşik örgütlü mücadelesi, faşizmin karanlığını dağıtacak tek çıkış yoludur.

Sonuç

12 Eylül karanlığının 45. yılında bir kez daha haykırıyoruz:

Faşizme karşı mücadele, demokrasi, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik mücadelesidir.

Direnen, bedel ödeyen, hayatını kaybeden devrimci, ilerici ve demokratları saygıyla anıyoruz.

Yaşasın emek, özgürlük ve demokrasi mücadelesi.

 

(1) Tihv Dökümantasyon

İzmir’de Kadınlardan Filistinli Kadınlarla Dayanışma Eylemi. Soykırıma ve İşgale Direnen Filistinli Kadınlarla Mücadelemiz Ortak

İzmir Kadın Platformu ve Kadınların Barışa İhtiyacım Var Kadın İnisiyatifi, Karşıyaka’da Filistinli kadınlarla dayanışma için sokağa çıktı. Karşıyaka İZBAN İstasyonu önünde toplanan kadınlar, “Soykırıma ve İşgale Karşı Direnen Filistinli Kadınlarla Mücadelemiz Ortak – İsrail’e Tam Ambargo” pankartı açtı.

Buradan yürüyüşe geçen kadınlar, “Filistinli kadınlar yalnız değildir”, “Emperyalistler işbirlikçiler Ortadoğu’dan defol”, “Nehirden Denize Özgür Filistin”, “Filistin’e Özgürlük İsrail’e Boykot”,  “Soykırımcı İsrail Hesap Verecek”, “Filistin’de direnen kadınlara bin selam”, “Gazze’de Açlık Soykırım Silahı”, “Gazze’de Çocuklar Açlıktan Ölüyor” sloganları eşliğinde Kemalpaşa Caddesi boyunca ilerledi. Yürüyüşün ardından Karşıyaka İskele karşısında basın açıklaması yapıldı.

Basın açıklamasını Barışa İhtiyacım Var Kadın İnisiyatifi’nden Aysel Önen okudu

“Soykırıma ve İşgale Direnen Filistinli Kadınlarla Mücadelemiz Ortak”

Açıklamada, İsrail’in Filistin’e yönelik saldırılarının bir soykırım olduğu vurgulandı. Gazze’de saldırılarda katledilenlerin büyük bölümünü kadın ve çocukların oluşturduğu, Filistinli kadınların açlık, sağlık sorunları, zorunlu göç ve cinsel şiddetle karşı karşıya bırakıldığı belirtildi.

Açıklamada, “Soykırım elbette bütün bir halkı hedef alıyor, ama soykırımın da işgalin de cinsiyetlendirilmiş bir boyutu var” denildi. Kadınlar, bombardıman altında yaşam mücadelesi veren Filistinli kadınların direnişini selamladı.

Türkiye’ye çağrı: “Ambargo uygulansın”

Kadınlar, AKP-MHP iktidarının İsrail karşısında yalnızca kınama ile yetindiğini, ticari ve diplomatik ilişkilerin sürdüğünü ifade etti. İsrail’e karşı somut yaptırımların hayata geçirilmesi gerektiğini vurgulayan kadınlar şu talepleri dile getirdi:

  • İsrail’e tam ambargo ilan edilmeli ve uygulanmalı,

  • Askeri, ticari, siyasi, akademik ve kültürel tüm ilişkiler kesilmeli,

  • Petrol sevkiyatı durdurulmalı, limanlar İsrail’e giden gemilere kapatılmalı.

“Nehirden denize özgür Filistin!”

Eylemde, geçen yıl Filistin’de dayanışma sırasında İsrail askerleri tarafından katledilen Ayşenur Ezgi Eygi de anıldı. Kadınlar, Eygi’nin mücadelesinin kendi mücadelelerinin bir parçası olduğunu vurguladı.

Açıklama, “Nehirden denize özgür Filistin!” sloganıyla sonlandırıldı.

Basın açıklamasının tam metni şöyle:

“Soykırıma ve İşgale Direnen Filistinli Kadınlarla Mücadelemiz Ortak!

Bugün, Barışa İhtiyacım Var diyerek bir araya gelen, Kürt sorununda demokratik ve barışçıl bir çözümü savunan, Türkiye’de savaş politikaları, bölgesel savaş ve emperyalizm arasında bağlar kuran kadınlar olarak Filistin için buradayız, İsrail’e Tam Ambargo Uygulansın talebiyle 17 şehirde sokaklardayız. Geçen yıl 6 Eylül’de  Ayşenur Ezgi Eygi, Filistin halkıyla dayanışmak için gittiği işgal altındaki Nablus’un Beita kasabasında İsrail işgal güçleri tarafından başından vurularak katledildi. Ayşenur’un anısını mücadelemizde yaşatıyoruz.

Filistin halkı yüz yılı aşkın süredir siyonist işgale, etnik temizliğe, yerleşimci sömürgeciliğe ve ırk ayrımcı rejime karşı onurlu direnişini sürdürüyor. İşgalci İsrail, ABD başta olmak üzere emperyalist suç ortaklarının desteğiyle son iki yıldır tüm dünyanın gözü önünde soykırım suçu işliyor. 7 Ekim 2023’ten beri devam eden soykırım saldırıları sonucunda on binlerce Filistinli katledildi, binlercesi yaralandı, nüfusun tamamına yakını yerinden edildi, hastaneler, okullar, yaşam alanları bombalandı. Gazze halkı insani yardım ve tıbbi malzeme geçişinin dahi engellendiği abluka koşullarında açlığa mahkum ediliyor. Kıtlık ilan edilen Gazze’de yüzlerce insan açlıktan ölürken, bir torba un almak için ölüm tuzağına dönüşen dağıtım noktalarına gidenler kurşuna diziliyor. Tüm bunlara tanık olmanın ağırlığıyla buradayız ve biliyoruz ki bugün durum daha da acil, çünkü Ağustos ayında Gazze Şeridi’nde kara harekatı başlatarak işgali genişleten ve Batı Şeria’yı ilhak kararı alan soykırımcı İsrail, Filistin’den geriye kalan ne varsa imha etmeyi hedefliyor.

Soykırım elbette bütün bir halkı hedef alıyor, ama soykırımın da işgalin de cinsiyetlendirilmiş bir boyutu olduğunu biliyoruz. İsrail’in Gazze’yi hedef alan soykırım saldırılarında katledilenlerin yüzde 70’ini kadınlar ve çocuklar oluşturuyor. Binlerce kadın ve kız çocuğu kalıcı olarak engelli hale geldi. Tacize, tecavüze, erkek şiddetine, çıplak aramaya maruz kalan Filistinli kadınların başvurabilecekleri bir mekanizma ya da sığınabilecekleri güvenli bir alan yok. Gıdaya, ilaca, hijyenik pede ve hiçbir temel ihtiyaca erişim mümkün olmadığı için birçok kadın sağlık sorunları yaşıyor. Hamile ve emziren kadınlar yetersiz beslenme nedeniyle kansızlık, gebelik zehirlenmesi, kanama ve hatta ölüm riskiyle yaşıyor. Doğumda durumu ağırlaşan kadınlar gerekli medikal destek sağlanmadığı için hayatını kaybediyor. Bombardıman altında defalarca göç etmek zorunda kalan kadınlar bir yandan enkaz yığınına dönen yerlerde açlıktan ölmemek için yaşam mücadelesi verirken diğer yandan çocukların, yaşlıların, yaralıların bakımını üstleniyor. Kadınlar soykırım koşullarında direnirken siyonist İsrail’in Filistin’i, Suriye’yi, Lübnan’ı, Yemen’i ve İran’ı hedef alan saldırılarını “kadınları özgürleştirme” kılıfıyla servis ettiğini görüyoruz. Tüm bölgeyi savaşa sürükleyen suçlarını temize çekmek için kadın mücadelesini araçsallaştırmaya çalıştıklarına şahit oluyoruz. Bu siyonist propagandayı tüm dünyada sınırları aşan kadın dayanışmamızla yerle bir ediyoruz. Erkek egemen sisteme, yerleşimci sömürgeciliğe, soykırıma ve işgale karşı direnen kadınlarla mücadelemiz ortak diyoruz!

Yine aynı zamanda Türkiye’de Ermeni, Rum ve Yahudilere yönelik en büyük saldırılardan biri olarak tarihe geçen 6-7 Eylül’de yaşanan pogromun 70. Yıldönümünün üzerinden sadece birkaç gün geçti. Unutmuyoruz! 6-7 Eylül silinmeye çalışılsa, resmi tarih anlatısının parçası olmasa da, kendinden olmayanı nefret politikasıyla yok etmenin, evine, yaşamına çökmenin, devlet gücüyle ezmenin, bunu da yine kadınların bedenlerini ihlal ederek yapmanın hafızası oldukça canlı ve coğrafyaları aşıyor. 6-7 Eylül’ü yaşatanların mirası bugün bu topraklarda ırkçı ayrımcı politikaları sürdüren siyasal iktidarda ve toplumsal yansımalarında kendisini göstermeye devam ediyor. İsrail’in küresel destekçilerinden aldığı güçle Filistinlileri oradan oraya sürmesinde, sürdüğü yollarda katletmesinde, insan saymamasında da öyle. Pogromlara ve ırkçı saldırılara maruz kalan Rum, Ermeni, Yahudi kadınların, Mahsa Amini isyanıyla sokaklara dökülen İranlı kadınların, Rojava’da kazanımlarını savunan Kürt kadınların, IŞİD ve selefi çetelerin soykırımına direnen Ezîdî kadınların, HTŞ’nin ve güdümündeki cihatçı çetelerin soykırım saldırılarına direnen Alevi kadınların ve iki yıldır siyonist işgale ve soykırıma direnen Filistinli kadınların direnişi aynı mücadele hattında ortaklaşıyor.

AKP-MHP iktidarı ikinci yılına yaklaşan soykırım süreci boyunca hamasetten öteye geçmeyen göstermelik kararlar alıp, kınamakla yetinip, timsah gözyaşlarıyla izlemeyi seçti. Askeri, ticari, diplomatik, akademik ve kültürel ilişkiler kesilmedi. Somut yaptırım uygulanmadı. Sözde ticareti durdurma kararları alınsa da siyonistlerle ticaret son sürat sürdürüldü, petrol sevkiyatı kesilmedi, limanlar İsrail’e askeri mühimmat taşıyan gemilere kapatılmadı, Filistin’le dayanışma eylemlerine katılanlar tutuklanırken soykırımı besleyen İsrailli silah tüccarları İstanbul’da kırmızı halılarla karşılandı. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 29 Ağustos’taki Filistin gündemli olağanüstü genel kurulunun ardından yine bir kınama tezkeresi yayınlandı ve soykırımı durduracak hiçbir somut yaptırım kararı alınmadı. Soykırım saldırıları sürerken kınamakla yetinen, işgal devletiyle ilişkilerini kesmeyen devletler ve işgal devletinin saldırılarını finanse eden sermaye, soykırımda suç ortağıdır!

Biz kadınlar, emperyalistlerin ve siyonistlerin siyasi, askeri ve ticari çıkarları için körüklediği bölgesel savaşın, derinleşen sömürünün ve soykırımın karşısında hayatları için direnen Gazzeli kadınlarla dayanışmaya devam edeceğiz. Çünkü bizim için barış, bu coğrafyada eşit ve özgür bir yaşam kurabilmek demek. Tüm kadınları Filistin halkına yönelik soykırıma karşı mücadeleyi birlikte yükseltmeye çağırıyoruz.

Bugünlerde 50’yi aşkın gemiyle yola çıkan Sumud Filosu İsrail’in Gazze’ye uyguladığı ablukayı kırmaya çalışırken biz de sokaktayız. Siyonist işgal devletinin iki yıldır Filistin halkını hedef alan soykırım saldırılarına karşı kadınlar olarak göstermelik kınama tezkereleri ve işlevsiz hamaset değil somut yaptırım uygulanmasını talep ediyoruz. Savaşın, soykırımın ekonomisine, rantına dokunmadan hiçbir şeyin değişmeyeceğini biliyoruz. Barışa İhtiyacım var diyen kadınlar olarak ilk günden beri ısrarla söylediğimiz gibi bugün de Gazze’deki kadınların ölüm, açlık, taciz, tecavüz ve göçe zorlanma ile bedenlerinin savaş alanına çevrildiğini haykırıyoruz. Bu savaşı yürüten İsrail’in durdurulması için Filistin halkının ve Filistinli kadınların soykırım karşısında kınamaya değil acil ve gerçek bir dayanışmaya ihtiyacı var:

  • İsrail’e tam ambargo ilan edilmeli ve derhal uygulanmalıdır!
  • İsrail ile askeri, siyasi, ticari, akademik ve kültürel tüm ilişkiler kesilmeli, bütün anlaşmalar feshedilmelidir!
  • Petrol sevkiyatı durdurulmalı ve limanlar İsrail’e giden gemilere kapatılmalıdır!

Nehirden denize özgür Filistin!

Barışa İhtiyacım Var Kadın İnisiyatifi

İzmir Kadın Platformu”